Biz herbir peygamberi, onlara dinlerini açıklasın diye, kendi milletinin lisanıyla gönderdik.
İbrahim*4
Efendimiz’den hurma ağaçlarının aşılanmasıyla ilgili olarak rivâyet edilen hadis-i şeriflerin tahliline geçebiliriz. İlgili Rivâyetler ve Kritiği Konuyla ilgili olarak İmam Müslim Sahih’inde art arda şu üç hadisi rivâyet etmiştir. Anlam olarak birbirleriyle benzerlik ifade eden ilk iki hadisi mealen, üzerinde önemle duracağımız sonuncu rivâyeti ise metniyle birlikte ele alacağız: 1. Talha b. Ubeydullah, “Resûlullah’la birlikte hurmalıklarının başında bulunan bir kavme uğradım.” diyor. Allah Resûlü (s.a.s.), (orada bulunanlara bahçelerinde çalışanlarla ilgili olarak) “Bunlar böyle ne yapıyorlar?” dedi. Onlar da, çiçeğin erkeğini dişininkine aktarmak suretiyle aşılama yaptıklarını söylediler. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz, “Bunun bir fayda sağlayacağını zannetmiyorum.” buyurdular. (Aşılamayla uğraşan kişiler) Resûlüllah’ın bu haberini alınca yapmakta oldukları işi terkettiler. Sonra (onların aşılamayı) terkettikleri haberi Resûlüllah’a ulaştırılınca şöyle buyurdu: “Bu, onlara bir fayda temin ediyorsa bunu yapsınlar. Ben sadece bir zannımı (kanaatimi) ifade ettim, beni zannımdan dolayı muaheze etmeyin. Ancak size Allah adına konuştuğumda onu alınız/tutunuz, zira ben O’na asla yalan isnat etmem (Müslim, “Fedail”, 139; İbn Hanbel, Müsned, 1: 162; İbn Mace, “Ruhûn”, 15). 2. Nebi (s.a.s.) Medine’ye gelmişti. (O sıralarda Medine halkı) hurma ağaçlarını ıslah ediyorlardı. (Halk bunu yapanlara) ‘aşılama yapıyorlar’ diyorlardı. Resûlüllah onlara, “Böyle ne yapıyorsunuz?” diye sorunca onlar, “Biz bunu (öteden beri) yapıyoruz.” dediler. Resûlüllah, “Belki siz böyle yapmasanız da netice iyi/müspet olur.” buyurdu. Bunun üzerine onlar yapmakta oldukları işi bıraktılar. (Derken ertesi yıl) hurmalar yemişlerini döktü yahut azalttı (yani verim düştü). Bu durumuHz. Peygamber’e bildirdiklerinde şöyle buyurdu: “Ben bir beşerim. Dininizle alâkalı size bir şey bildirdiğimde onu alınız. Ancak kendi görüşümle size bir şey emrettiğim zaman, (şunu biliniz ki ben de bir beşerim).” (İmam Müslim, senette yer alan İkrime’nin rivâyetle ilgili olarak, “veya buna benzer bir şekilde” biçimindeki ifadesini de bize aktarır) (Müslim, “Fedail”, 140; İbn Mâce, “Ruhûn”, 15). ************************************ Hendek savaşı
Mekke’de savaş hazırlıklarına başlandığı haberi ulaştığında, Hz.Peygamber (s.a.s) Müslümanların ileri gelenlerini topladı ve durumu onlara haber verdi. Yapılması gerekenler konusunda fikirlerini sordu. Selman-ı Farisi (r.a): - Ya Resulullah! (s.a.s) Biz Fars (İran) toprağında, düşman atlılarının baskınından korktuğumuz zaman, etrafımızı hendeklerle çevirip, kendimizi savunurduk. Ya Resulallah! (s.a.s) Burada da hendekler kazıp, arkasına çekilsek?
Selman-ı Farisi’nin (r.a) bu fikri, Müslümanların hoşuna gitti.
****************************
Bedir savaşı
Peygamberimiz başlangıçta Medine tarafına en yakın ve düşmana da en uzak olan kuyunun çevresine yerleşti. Sahâbeden Hubâb b. Münzir buraya yerleşilmesini uygun bulmadı ve Hz. Peygamber'e bu kararının vahye dayanıp dayanmadığını sordu. Peygamberimiz bunun kendi görüşü olduğunu söyleyince düşmana en yakın kuyunun yanına yerleşilmesini ve diğer kuyuların kapatılmasını teklif etti. Peygamberimiz bu görüşü uygun buldu ve Hubâb'ın işaret ettiği kuyunun çevresine yerleşerek diğer kuyuları kumla kapattırdı.[275]
275. Vâkıdî, I, 53-54; İbn Hişâm, I, 620; Belâzürî, I, 293; Taberî, II, 440; İbn Abdilber, Dürer, s. 105.
****************************
II—Hendek savaşı esnasında müşrikle topluca Medine’ ye taaruz için anlaşıp Benî Kureyza Kabilesi de müslümanlarla olan akitlerini bozunca,-Resulullah müslümanların akıbetinden korktu. Bunun üzerine Peygamber, uyeyne Bin Hısn el-Fezarî ve Gatafan Kabilesinin reisi Haris bin Avf’a Medine mahsulünün üçte birini teklif edip askerlerini geri çekerek Kureyyi yalnız başına bırakmalarını istedi. Şüphesiz Resulullah’ın bu teklifi, akid değil, müdara idi. Allah’ın Resulu, onların bu teklifi kabul ettiklerini görünce, derhal
S â ad bin Muaz
ve S a i d bin Ubade ile istişare etti. Onlar Peygambere şu cevabı verdiler:
“Ey Allah’ın Resulu; bu, senin için yapmamızı arzu ettiğin bir iş midir, yoksa dinleyip itaat etmemiz için Allah’dan gelen bir emir midir?.. Yoksa sen onu, bizim için mi yapıyorsun?”
Resulullah cevaben;
“Ben bunu sizin için yapıyorum. Çünkü Araplar tek bir okla size atılıyorlar” buyurdu.
0zaman Saad bin Muaz şu karşılığı verdi:
“Ya Resulallah! Vallahi, onlar gibi biz de şirk koşuyor, putlara ibadet ediyor, Allah’ı tanımıyor ve O’na ibadet etmiyorduk. Onlar bizim sadece mahsulümüze değil, yurdumuza da göz diktiler. Allah bize İslâmî ikram edip onunla bizi hidayete erdirdiği ve seninle aziz ve şerefli kıldığı zaman onlara bütün mallarımızı verdik! Vallahi, artık onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yok!.. Ta ki Allah, aramızda hükmedinceye kadar”... Resulullah bu söze çok sevindi ve buyurdu ki; “İşte sizler ve işte onlar...” Sonra Uyeyn’e ve Haris 'e dönerek şöyle dedi :
“Gidin! Kılıçtan başka verecek birşeyimiz yok size!..” Resulullah başta, zaruret karşısında bir çıkar yol düşünmüştü; ama bu, hiç bir zaman nihaî bir hüküm değildi.
*************************
Allah’ın Resulu buyuruyor;
“İnsanlar arasında Allah’ın öyle kulları var ki, Peygamber ve şehit olmadıkları halde, peygamberler ve şehitler kıyamet gününde onların Allah yanındaki mevkilerinden dolayı onlara gıpta ederler.”
Dediler ki:
“Ya Resulullah kim onlar, bize haber ver?”
Buyurdu ki:
“Onlar aralarındaki akrabalık ve alıp verdikleri mallarla değil, Allah’ın ruhu ile sevişenlerdir. Vallahi onların yüzleri, muhakkak nurdandır ve onlar nûr üzerindedirler. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar. İnsanlar mahzun olduğu gün onlar mahzun olmazlar.” (17)
Allah Resulünün (sav) söz, fiil ve tavırlarının, vahye bağlılık ve bağlayıcılık açısından tasnife tâbi tutulması daha Onun (sav) hayatında başlamıştır. Kendileri ashâbını sık sık ikaz ettiği ve “ben beşerim, vahiy gelmediğinde reyimle de hükmederim, dünya işlerini siz daha iyi bilirsiniz” gibi sözler söylediği için ashâb, Onun (sav) davranışlarını, vahye bağlılık bakımından ayrıma tâbi tutar ve tereddüt ettikleri zaman kendisinden ‘vahiy mi, rey mi?’ diye sorarlar ve buna göre hareket ederlerdi. Nitekim Hz. Peygamber (sav);
Düşman Atafân kabilesinin şerrinden bir müddet emin olabilmek için Medine hurmasının üçte birini onlara haraç vererek sulh andlaşması yapmak istemişti. Sahâbe bunun vahye değil, reye dayandığını anladıkları için karşı çıktılar, Peygamberimiz (sav) de teşebbüsünden vazgeçti.36
36■ Bkz. Aynî, c. II. s. 318; A. Naîm, tecrîıi Tercüme ve şerhi, c. II, s. 346-353
Bedirde mevzilenme ve Bedir esirlerine yapılacak muâmele konusunda ashabın davranışlarını daha önce zikretmiştik.
Yine Resûlullah (sav), baş münafık Abdullah b.Übeyy’in cenaze namazını kıldırmaya teşebbüs etmiş, Hz.Ömer buna karşı çıkmıştı, gelen vahiy Hz.Ömer’in görüşünü tasdik etmiştir. (Hz. Ömer’in yirmi küsur vakada buna benzer mazhariyeti olmuştur).37(Eşyadaki özelliğe işaret ediyor.)
Resûl-i Ekrem Efendimizin (sav) emirleri de sahâbe tarafından -karineler değerlendirilerek- farklı anlaşılmış ve uygulanmıştır. Yerine göre Onun bir emri ile canlarını feda eden sahâbe, yerine göre de emrin teşvik ve tavsiye mahiyetinde olduğunu anlayarak buna göre davranmışlardır.
Nitekim Resûlullah (sav), kâfirlere benzememeleri için ağaran saç ve sakallarını boyamalarını emredince kimisi boyamış, kimileri de (Hz.Ali, Ubeyy, Enes gibi) boyamamışlardı.38
Berîre isimli cariye Hz.Âişe tarafından âzâd edilip hürriyetine kavuşturulunca selâhiyetini kullanarak kocasını boşamıştı. Köle olan kocası eşini sevdiği için Hz.Peygambere (sav) başvurmuş, karısını kararından döndürmesini istemiş, O da Berîre’ye, kocasına dönmesini söylemişti. Berîre “bana bunu emrediyor musunuz ey Allah’ın Elçisi (sav)?” diye sormuş, Efendimizin (sav) “Hayır, aracılık (şefaat) ediyorum” demesi üzerine Berîre kocasına dönmemiş ve bu davranışı kimse tarafından kınanmamıştır.39
ibn Hacer, Fethu’l-Bârî, Kahire, 1959, c. XII, s. 473-477 Ebû Dâvûd, Talâk, 19 ’v Buhârî, Buyu, 51
Sahâbeden Câbir b.Abdullah’ın babası birçok kimseye borçlu olarak vefat edince Câbir, Resûlullah’a (sav) gelerek alacaklıların birer parça tenzilatta bulunmaları hususunda aracılığını rica etmişti. Hz.Peygamber (sav) alacaklılardan biraz indirim yapmalarını istedi, fakat onlar bunu kabul etmediler ve alacaklarının tam olarak ödenmesinde ısrar ettiler40 bunu da kimse kınamadı. Sahâbe-nin bu anlayış ve davranışı sonraki nesillere de intikal etmiştir. Fıkıh ve Usûl-i Fıkh ilimlerini tedvin eden ilk müctehidler, Hz. Peygamberin (sav) fiil ve emirlerinin bağlayıcı olup olmadığı konularını tartışmışlar ve çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bu hayırlı çalışmalara rağmen Şihâbuddîn Ahmed b.İdrîs el-Karâfı’ ye (v.684/1285) kadar, Hz.Peygamber’in (sav) davranışlarının bağlayıcılık bakımından ilmi tasnifi yapılmamıştır.
Karâfî, el-İhkâm (Haleb,1967, s.86-109) ve el-Furûk (36.fark) isimli eserlerinde Peygamberimizin (sav) beşeriyet dışında kalan davranışlarını; tebliğ, fetva, kazâ ve imamet (devlet başkanlığı) olarak dörde ayırmış ve bunları bağlayıcılık bakımından incelemiştir. Tunuslu âlim Muhammed Tâhir b.Âşûr bu tasnifi daha da geliştirerek onikiye çıkarmıştır. 41
Her var olanın bir ustası vardır.Kaidesinden yola çıkarsak.
Bu kainatta kendi kendine oluşmuş bir şey olmadığına göre o zaman bu
kainatıda bir yaratıcı yaratmış dolayısı ile benide.(insanlığı)
O zaman bu yaratıcının beni yönlendirmesi ,Kullanma klavuzu vermesi lazım
Normal hayatın akışında yaratıcı ile insanlar arasında ki aracıya peygamber denmiş.
o zaman en son peygamberlik iddiasında bulunan kişinin getirmiş olduğu kontrata anlaşma şartlarına bakacağız.
(Sonuncusu geçerlidir kaidesinden) (Kader)
Sonuncusu Muhammed olduğuna göre onun getirdiği kontratda insanlığa bir rest çekiş meydan okuma var.
Yoksa, 'Onu Muhammed uydurdu' mu diyorlar? Onlara de ki; 'Eğer doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah dışında kimleri yardıma çağırabilecekseniz, çağırınız. Yunus*38
Aradan bin dört yüz yıl geçmiş hala bir ses yok .
Peki şimdi yapsınlar şimdi teknik bir çağdayız her şey eloktronik çoğu şeyi harflerin ve rakamların karışımından yapıyor proğram yapıcıları.
o zaman kuran ayetlerinide getirsinler.?
Allah kainatı elementlerden yarattığı gibi kuranıda harflerin karışımından yaratmıştır.
Diyebilir birileri evet bizimde demokrasimiz var.
o zaman demokrasiye ve Muhammedin getirdiği şartlara bakılır.Bu insan fıtratına uygunmu diye.
örneğin; Mal can ve namuz konusunda kim ne diyor diye.
(Şartlar. Eşyadaki özelliklere uygun düşmesi lazım)
Dolayısı ile..
Muhammedin getirdiği şartlar insan fıtratına uygun.(ölüm cezası veriyor)
Demokrasinin getirdiği şartlar insan fıtratına uygun değil.(Taraf.Aklın üstününden.Hevadan,zenginden)
(Halbuki insandaki fıtrat kendisinin olanı kendi isteği dışında bir başkasıyla paylaşmak istemez)
olduğu anlaşıldığından fıtrata uygun olan alınır.
Dolayısı ile Muhammedin getirmiş olduğu şartlar Yaratıcının gönderdiği şartlar olarak kabül görür.
Yaratıcıya ve son peygamberine inanmak vakaya mutabık olur ve Muhammedin getirmiş olduğu şartların bir tanesinin gereği kişi Müslüman olur ve yaratıcının vaadi gereği cenneti kazanmış olur.
Kişi bu vaadi elinde tutabilmek için Muhammedin getirmiş olduğu yaratıcının tarifini onaylaması lazım.
Yaratıcının kırmızı çizgisi şirktir.(Allah'ın tarifi)
(Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah onların uydurdukları noksan sıfatlardan yücedir, münezzehtir.zuhruf*82
O tarifde budur.)
Bu olayı bilen şeytan Medya veya diğer yollarla kafir kişinin Allah tarifini onaylattırarak kişiyi Müslümanım diye diye cehennemin bir başka kapısından içeri atıyor.
"Öyleyse, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım."
"Sonra (onların) önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve sen, çoklarını şükredenlerden, bulmayacaksın."
(Allah) buyurdu: "Haydi, sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık. And olsun ki,onlardan sana kim uyarsa, (bilin ki) sizin hepinizden (derleyip) cehennemi dolduracağım." (A'RAF/16-18)
Şeytan Müslüman kılıfına bürünüp prof etiketiyle Atv ve flastv gibi kanallarda Nihat hatipoğlu,Cübbeli Ahmet gibi kişiler vasıtasıyla şu Allah tarifini sunuyor eğer sen onların söylemiş olduğu Akideyi benimser ve onaylarsan Kafir oluyor ve ebedi cehenneme gidiyorsun.Her ne kadarda diğer islamın şartlarını yerine getirsende.
Ey insanlar, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, sakın şeytan, sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın.Fatır.5
MÜSLÜMANLARIN VE KAFİRLERİN ALLAH TARİFİ,TANIMI..SEN BU TARİFİN NERESİNDESİN?
Modern-seküler bilgi, nasıl anlam ve ahlâktan bağımsızlaşarak metalaşmışsa, İslâmî bilgi de; metalaştığı için, araçsallaştırıldığı için, mekanik hâle geldiği için, hayatı ve toplumu dönüştüremiyor. Müslümanlar olarak bizler, İslâmî bilginin hakkını veremediğimiz için, tarihin dışında konumlandırıldık. Kamusal hayatın içerisinde seküler bireyler-topluluklar olarak; kamusal hayatın dışında, Müslüman bireyler-topluluklar olarak hayatımızı sürdürmeye çalışıyoruz. İslâmî kimliğimizden, tarzımızdan, tavrımızdan, duruşumuzdan vazgeçmemiz koşuluyla, asimilasyona tabi tutulan hâlimizle, sisteme dâhil ediliyoruz.
Bugünün dünyasında nasıl tanımlandığımız, nasıl adlandırıldığımız, nasıl kategorize edildiğimiz konusunda ciddi bir tartışma/araştırma yapmıyoruz. Statükonun dışından düşünmeyi, bakmayı, yorumlamayı, farklılık üretmeyi başaramıyoruz.
İslâm dünyası toplumlarının, asıl konuşması gereken yapısal sorunlarını, İslâmî cemaatler/tarikatlar/partiler hiçbir zaman tartışma konusu yapmıyor. Hayatî sorunlar etrafında kapsamlı bir tartışma başlatmak, daha çok, daha yoğun, daha derin, daha çarpıcı sorular sormayı, sorgulamalar yapmayı gerektirir.
**********************
Onun için bu acıdan yola çıkmak gerekir.
Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir.
Bugün, sistematik bütünlüğe sahip olmayan, kuşatıcı olmayan, gerçek hayatta karşılığı olmayan İslami bir dil kullanıyoruz. Hepimiz, iki arada bir derede kalmışlık duygusu içerisindeyiz. Yeni bir algılama biçimi oluşturamadığımız için, yavan tekdüzelikleri ısrarla sürdürüyoruz. Gerçek sorunlarla hesaplaşamadığımız için, sahte sorunlarla uğraşıyoruz.
**************** İçerisinde yaşadığımız çağı-zamanı gereği gibi gözlemleyemediğimiz için, bu çağa/zamana özgü bilinçli algılar, kapsayıcı kavrayışlar oluşturamıyoruz. Bilinçli olduğumuz takdirde, varlığımızı ve sorumluluklarımızı hissederiz. Bilinçli algılar ve kapsayıcı kavrayışlar oluşturamadığımız için kendi varoluşsal-ilkesel tercihlerimizden ödün vermek zorunda kalıyor, düşünsel/kültürel/entelektüel özerkliklere sahip olamıyoruz.
Bugün Türkiye’de, demokratik büyük sayılar ve yapılar nezdinde, kendi ifadeleriyle Peygamberimiz Efendimizin ‘sümük-ü şerif’lerine tapan, her biri klinik bir olay olan taşra vaizlerinin itibarı, Müslüman düşünürlerin, alimlerin itibarından çok daha yüksektir.
İnsan korunmuş-muhkem vahyi bilgiye sahip olmasa bile, fıtratındaki kabiliyetler dolayısıyla tevhide, hakka ve adalete yönelebilir. Ama bu erdemlilik hali, Rasulullah'ın "dal" halini hatırlatır tarzda kesin ve doğru ölçü ve istikametlere sahip olamaz; vahyi rehberliğe ve şahitliğe muhtaçtır. Fıtri arayışını veya ikrarını vahiyle bütünleştirmeyenler, doğruya yönelme iradesi gösterseler bile Allah'ın sınırlarını aşabilirler veya bu ölçüleri bilemedikleri için kendi nefislerine ve çevrelerine zulmedebilirler. (Talak, 65/1) İnsanın fıtri istidatları, tabiatını keşfetmeye ve hidayet rehberi olan Allah kelamını kavramaya müsaittir. Fıtratla ve eşya ile vahyin bütünleştirilmesi ve ilahi ölçülerin uyumuna ulaşılması zikirle mümkündür. Kur'an bir zikirdir. (Abese, 80/11) Ancak bilgi öğrenilip uygulanmıyorsa, manası olmayan kuru bir lafız (lafz-ı bi medlül)durumuna düşer.9 Afak ve enfüsteki tüm ayetler ve Kur'an'la bildirilen ayetler, fıtratımızı açığa çıkarmak ve ilahi adalet ve tanıklığı yaşamlaştırmamız için birer vasıtadırlar. Ama insan unutkan, bencil ve haris (helû)bir yaratıktır. (Mearic, 70/19) "Helû" olan insan, kendisine bir şer dokunduğu zaman çığlıklar koparır (Mearic, 70/20), güzel olanın peşinden ayrılmaz ama kötü bir olayla karşılaşınca endişeye kapılır ve ümitlerini kaybeder (Fussilet, 41/49), ama kendisine nimetler bağışlandığında yan çizip sırt döner, bir kötülükle karşılaşınca da uzun uzun dua eder (Fussilet, 41/51), ama zarar üzerinden kaldırıldığında kendisine dokunan zarar için Allah'ı çağırmamış gibi geçip gider (Yunus, 10/12), bir iyilikle karşılaştığı zaman da onu bencilce diğer insanlardan uzak tutar (Mearic, 70/21) vd.
Fıtrat ayetini bizlere öğreten Rabbimiz, peşinden de "Gönülden bağlı olarak O'na yönelin ve O'ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın." (Rum, 30/31) diye hitap etmektedir. Çünkü heva ve hevesleri tahrik ederek bizi "helû" haline sürükleyen şey, yani fıtri ve vahyi olandan yabancılaşma, ancak yaratılıştaki ibretleri ve Kur'anî vahyi yeniden hatırlayarak/zikrederek aşılabilir ve arınılabilir. Çünkü fıtratın kanunlarını ve vahyi ölçüleri unutup, beşeri ölçülerle hayatı şekillendirmek seküler bir tavır ve yaratılış düzenini bozan bir şirktir. Fıtri ve vahyi olanı hatırlama/zikir, kalb ve dil ile olur ki, İsfahani'ye göre bunlardan her biri de iki kısma ayrılır: Unutulan şeyi zikretmek/hatırlamak; unutulan şeyi değil de hafızada var olmaya devam edeni zikretmek.10
"Rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da yolunu gösterendir." (Tâhâ, 20/50) Vahyi esas alarak fıtrata uygun davranışlarımızı sürdürebilmemiz, zikri esas alarak kendimizi ins ve cins kökenli kötülüklerden, tahriklerden, sapmalardan arındırmaya çalışmamız gerekir. Çünkü ölünceye kadar hayır ve şer kutupları arasında imtihan olacağız. Bu nedenle aklını kullanamayan bir taklitçilikten de kaçınmak bir arınma eylemidir. Rabbimiz "Kendini tezkiye eden mutluluğa ermiştir." (A'lâ, 87/14) buyuruyor. Tezkiye, lügat anlamıyla temizlenmek, arınmak, bereketlendirmek manalarına gelmekle beraber, terim olarak küfürden, şirkten, cehalet ve kötü işlerden, yanlış itikadlardan temizlenmek demektir. Konuyla ilgili Rasulullah'tan (s) aktarılan şu rivayet açıklayıcıdır: "Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölümden sonraki hayat için çalışan; ahmak da nefsini hevâsına tabî kıldığı hâlde Allah'tan (hayır) umandır."11
Sonuç olarak eşyanın tabiatı ve insan fıtratı ile, bunları yaratan Hâlık'tan/Yaratıcıdan gelen Kur'anî bildirimler ve ölçüler arasında tam bir uyum hali söz konusudur. Fıtratın gereklerini gereğince tanıyabilmemiz ise bizlere Kur'an'la ve Kur'an'ın uygulayıcısı olan Rasulullah'ın örnek ahlakı ile (usvetu'n hasene) öğretilmektedir. Fıtratın ve eşyanın tabiatını anlamak için Kur'an'ı, Kur'an'ı anlamak için de afak ve enfüsteki ayetleri bilmek gerekir. Zincirlerimiz, fıtrat ve vahiyden yabancılaşma süreciyle birlikte oluşmuştur. Zincirlerimizi kırmanın yolu, öze dönüştür; yani vahiy ve fıtratla bütünleşme cehdidir.
Kısa vadeli, pragmatik kazanımların mücadelesi, uzun vadeli, ilkesel, yapısal/hayati mücadelelerin yerine geçiyor, İslami çevrelerde; özellikle kültürsüzlük, bilinçsizlik, sorumsuzluk, ufuksuzluk, taşralı
lık ve popülizm kol geziyor. Bu konular etrafında, eleştirel yorumlar yapmak cesaret istiyor. Tapınma derecesine varan bağlılık ve hayranlıklar, ahlaki yozlaşmayla birlikte bir bilinç yozlaşmasına da işaret ediyor. Fikirleri olmayan, ancak sloganları olan, klişeleri olan genç kuşakları sorun haline getirmiyoruz. Gerçek dünyada yaşadığımız derin-yoğun çelişkileri, çatışmaları tartışmaktan imtina ediyoruz. Ahlaki sorgulamalar yapmayı bütünüyle savsaklıyoruz. Ahlaki sorgulamalar yapmayı bıraktığımızda, terk ettiğimizde hiçbir şekilde bir “umut”tan söz edemeyiz. Ahlaki masallar anlatmaya devam edemeyiz. Romantık, çılgın, bencil hayallerimizin yerlerde süründüğünü, fena halde yanlış giden pek çok şey olduğunu ısrarla görmüyoruz. Statükoya, konformizme, geleneğe, romantizme kapanan/kapatılan toplumlar-kültürler yeni sorunlar, yeni zorluklar, yeni altüst oluşlar, travmalar karşısında yeni çözümlemeler yapmaya cesaret edemez, sorunları biriktirirler. Böylesi toplumlarda eleştiri ve muhalefet çok ciddi bir imkan olduğu halde, bu imkan maalesef gereği gibi kullanılamaz. Çünkü, eleştiri ve muhalefeti anlayışla karşılamamız gerekirken, bunları mahkum etmeye çalışıyoruz. Çoğunluğun görüşlerine ters düşen zihinleri susturmak, çoğunluk görüşlerinin taşlaşmasına neden olur. Zihinsel bağımsızlık gibi bir kaygıları olmayan taklitçi gelenekler üzerinde ısrar etmek, iradesizlik ve sessizlik üzerinde ısrar etmek gibidir. İradesizlik günümüzde de görülebileceği üzere, boyun eğmeyle sonuçlanır. Bir toplum, bir kültür, tarihsel gelişmeler, tarihsel hareketler, çalkantılar, büyük süreçler hakkında kapsamlı bilgi sahibi olmadığı takdirde, önlem almadığı takdirde, kendi iradesi dışında ödünler vererek hayatta kalmaya çalışır.
Kuran'a göre Müslüman kişi HZ.Muhammedin getirdiği Allah tarifini bilen kişidir.(Kesin) Günümüzdeki şeytanın taktikleri çok teknik olduğundan çoğu bu hileyi kavrayamıyor. Şeytanda kişinin kulağından tutup Müslümanlık naralarıyla cehennemin kapısına götürüyor.
İnançta şirk olduğu gibi hâkimiyette de şirk olur.
*******************************************
Kâinâtı, Dünyâ’yı ve insanı Allah yaratacak, fakat Dünyâ’yı “keyiflerine göre çıkardıkları kânunlarla” insanlar yönetecek. Yok öyle yağma!. Yaratan kim ise, mülkün sâhibi de odur. Mülkün sâhibi kim ise, tasarruf da ona âittir. İnsanlar, yaptığı dandik bir resme bile müdâhale ettirmezken, en ufak bir şeyde kendisine karışılmasına bile izin vermezken, irâdesinin yok sayılmasına katlanamazken; âlemlerin rabbi olan Allah’ın irâdesinin yeryüzünde hâkim olmasını istemiyor. İyi de Allah bunu kabûl etmez ki. Siz -hâşâ- yaratıcı olsanız böyle bir şeyi kabûl eder misiniz?. Hem âlemleri yaratacaksınız, hem de yarattığınız varlıklar içindeki âciz bir varlık olan insan, sizin hükümlerinizi ve düzenlemelerinizi kabûl etmeyecek ve bu tarz düzenlemeleri gericilik, radikâllik ve câhillik olarak görecek. Bunu hiç kimse kabûl etmeyeceği gibi, âlemlerin yaratıcısı ve rabbi olan Allah da kabûl etmez elbet. Zâten bunu, “şirk” olarak söyler ve affedilmeyecek bir cezâ olarak îlan eder. İnsanlar buna rağmen şirki değil de “kul hakkı” denen günahın affedilmeyecek olan günah olduğunu zannedenler. Tabi, insan şirk içinde yüzerken şirkin affedilmeyecek bir günah olduğunu nasıl söylesin?. Onun yerine “kul hakkı” denen günahı koyar. İyi de kulun hakkı nedir ki?; Allah hak alacaklısına âhirette kendisini rahatlatacak bir şey verse, o kişi hemen hakkını helâl ediverir. Peki Allah’ın hakkını helâl etmesi için Allah’a kim ne verebilir ki?. İşte Allah bu nedenle, şirkten vazgeçerek tevhid yoluna girmeyenleri aslâ affetmeyecektir.
İslam dünyası toplumlarında “nakil” birinci planda, akıl ise ikinci planda tutulduğu için, toplumlarımız yenilenmeyi, yeni değerlendirmeler/eleştiriler yapmayı, yeni bir içerik üretmeyi, bağımsız yorum ve düşünce üretmeyi, karşı karşıya bulundukları derin sorunlarla ilgili olarak özeleştiri yapmayı başaramamıştır
Maddenin yaratıcı olması yukarıda sunduğumuz sebeplerden dolayı batıldır, mümkün değildir. Maddenin, bir halden bir başka hale dönüşebilmesi için, maddeye belirli bir oranı tayin edene ihtiyacı vardır ve dolayısıyla madde ezeli değildir. Ezeli olmayan ise yaratıcı olamaz.
“Haricilerle konuşurken sakın Kur’an’dan ayet okuyup delil getirme.” İbni Abbas şaşırıyor ve, “Niçin Mü’minleri emiri? Ben Kur’anı onlardan daha iyi bilirim. Kur’an bizim evlerimizde nazil oldu?” diye itirazda bulunur. Hz. Ali, “Doğru söylüyorsun, ancak Kur’an ayetleri çok anlamlı bir yapıya sahiptir. Buna göre sen bir ayet okursun, onlar da kendi davalarını destekleyecek bir ayet okur. Sünnetlerden delil getir, peygamber olsa ne yapardı diye onları düşünmeye sevk et. Sünnetlerden delil ve te’vil yoluyla kaçamazlar.”Der. Hz. Ali, olaylara nasıl müdahil olunacağını, kritik zamanlarda çıkışın ve sağlıklı kararların nasıl verileceğini de bu vesileyle ümmete göstermiş oluyor.
Bilişim teknolojilerinin yeryüzünde ulaşmadığı hiç bir noktanın kalmadığı, genç kuşakların bu teknolojilere sahip olan bir sistem tarafından yönlendirildiği/biçimlendirildiği bir zamanda, toplumlarımızın zihinsel-düşünsel kültürel alanlarda her şeyi yeniden düşünmeleri ve tartışmaları gerekiyor.
önceliklede şuradan başlamak gerekiyor...
Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir.
<<Hakikat Arayış Süreci>> öncelikle yaşanılan dönemde Hakk’a şahidlik edebilmek, yaratılış gayemizin gereğini yerine getirebilmek için gereken kimliğe ulaşma çabasıdır. Haliyle bu süreç insanın düşüncesinin zamanla netleşmesi ve Yaradan’ın kendisinden beklediği kulluk bilincine ulaşma mücadelesidir. Unutulmayalım ki bu süreç hayatı ciddiye alan akıl ve irade sahibi her insan için olmazsa olmaz bir yolculuktur. Bu yola çıkan her kuluna Rabbimiz görünür ve görünmez her türlü desteği de sunmaktadır. Kendisiyle doğru yolu bulacağımız bir kitap gönderip o kitabın da nasıl hayata geçirildiğini Peygamberi vasıtasıyla örneklendiren Rabbimiz Kerim olan Kitab’ında da bildirdiği gibi “Doğru yolu göstermek Allah’a” aittir diyerek ve bu işi hiç kimsenin tekeline bırakmamıştır. Bu süreçte kula düşen ise, bu yönde bir arayış içinde olmaktır. Hiç şüphesiz doğru yerde aradığı sürece, arayan aradığını mutlaka bulacaktır…
Bu nedenle Allah biz kullarına akletmeyi, düşünmeyi emredip aynı zamanda ön yargılardan ve tabulardan uzak durmamızı, insani zaaflarımızın farkında olmamızı, toplumun kınamasından değil, Allah’ın sorgusundan çekinmemizi yani güncel ifade ile “mahalle baskısının” hesabını değil, “hesap gününün” hesabını yapmamızı istemektedir. Kısaca hakikat arayış süreci dediğimiz kavram kuranın ifadesiyle “…sözü dinleyip en güzele uyma…” gayretlerimizin toplamıdır diyebiliriz.
Her tercih bir sorumluluk ve bir külfet getirir. Yaptığımız her tercihin katlanmak zorunda olduğumuz bir sonucu olacağını daha tercihi yapmadan biliriz. Zaten bu bilgimiz bizi tercihimizden sorumlu yapar. Her insan doğru ile yanlışı ayırt edebilecek donanıma sahip olarak yaratılmıştır. Bu sebeple tercihini yaparken yanlışı mı yoksa doğruyu mu seçtiğini gayet iyi bilir. Yanlışı tercih etmemizin sebebi onun yanlış olduğunu bilmememiz değil doğruyu tercih etmenin o anki menfaatimize uymamasıdır. Yanlış tercih yaptığımızı çok iyi bildiğimiz için de kendimizi rahatlatacak yığınla bahanemiz çoktan hazırdır. Allah’ın emirlerinin mutlak gerçek olduğunu, doğru ve doğal olduğunu her insan gayet iyi bilir. Tercihini Allah’ın emrinin aksi yönünde kullananlar bunu bilerek yaparlar. Bu bilgiye rağmen yanlışı seçtikleri için gerçeğin üstünü örtmüş olurlar. İçlerini rahatlatmak için uydurdukları bahane ve kurgular gerçeğin yerini almıştır. Böyle kişileri Allah, gerçeğin üzerini örterek tercihini bile bile yanlıştan yana kullanan kişi anlamında “kafir” olarak adlandırır. Rabbimiz kafirlerden bahsettiği ayetin devamında “onlar” diyerek şu tanımı yapmaktadır: “Onlar, dünya hayatı (en yakın hayatı) Âhiretten (sonrakinden) daha çok seven, Allah yolundan engelleyen, o yolda anlaşılmayacak bir biçimde eğrilik oluşturmaya çalışan kimselerdir. Onlar derin bir sapkınlık içindedirler.” (İbrahim 14/3)
Öküz arabalarına sap-saman sararlarken, büyükler küçüklere akıl verir,“gavur düğümü atma” derler. Metrelerce ip, bir düğümün yanlış atılmasıyla en az iki parça olur. Mü’minlere ise, böyle bir düğüm olması asla yakışmaz. Müslümanlar ne yapmalı? Nereden başlamalı? Neye mi? Herkesin kafasındaki en büyük sorun olarak gördüklerini çözmeye. En azından oturup birer bardak çay içmeye, bir birini ziyaret edip halleşmeye, oturup konuşmaya. Şimdi birileri çıkıp bu ayrılık gayrılık işlerinin temeli büyük oranda nefsi olabilir dese, başka birileri de üstüne alınır mı? Alınır. Bunca parçalanmışlığın içinde havamızda hiç eksik olmuyor hani. Konuşmaktan öte yapacak işlerimiz varken, oturup konuşamıyorsak, konuşup halleşemiyorsak, Müslümanların elleri Hz. Muhammed’in (as) eli üzerinde midir? Evetse bir avuç Yesribli gibi olmalıyız, değilse, ellerimiz kimin ya da kimlerin elleri üzerindedir Müslümanlar olarak? Burası düşünülmelidir.
Dinin korku merkezli dilini anlayabilmek için birazcık gerilere gitmek gerekmektedir. Bu toplum son iki asırdır korkularla yaşamaktadır. Bu korkular, özne bir ümmeti nesne bir ümmet yapmıştır. Hala birbirimizle uğraşmaktan, birbirimizi suçlamaktan vaz geçemedik. Bu durum bizi mağlup medeniyet olmaya götürmüştür. Din dilinin korku merkezli olması, çok ciddi sorunları beraberinde getirmektedir. Her şeyden önce, din birleştiricilik vasfını kaybetmektedir. Siyasetin ürettiği bir takım olumsuzluklar, korku egemen din dili sayesinde toplumda kalıcı hale gelmeye başlamaktadır (yanlış kader anlayışı gibi). Daha açık bir ifadeyle korku kültürü, hem dinin etkinliğini azaltmakta, hem de din istismarını kolaylaştırmaktadır. Bütün dini yapılarda okumaktan insanlar hala korkmakta ve yapılarda bunu onaylayıp körüklemektedir.
Ancak insanın maddesel yanı dışında sahip olduğu bir ruhsal yanı, yani bir ruhu vardır. İnsanın halleri derken de aslında kastettiğimiz ruhumuzun halleridir. Maddenin koşullara göre değişen halleri olduğu gibi, ruhun da koşullara göre değişen halleri bulunur.
Üstelik bu haller madde de olduğu gibi üç veya dört ile sınırlı da değildir. Kişiden kişiye de değişmekle birlikte sayılamayacak çeşitlilikte insan hali var olabilir. Maddenin genel olarak bilinen bir hali vardır ve diğer hallerini, o bilinen normal koşullardaki halinden geçiş yaptığı, dönüştüğü halleri olarak algılarız. Örneğin; ‘su’ normal koşullarda ve genel olarak bilinen haliyle sıvı haldedir ve soğutulduğunda (0 ºC derecede) donar, yani katı hale geçer ve ısıtıldığında ise buharlaşır, yani gaz haline dönüşür; ve normal koşullara tabi olduğunda da yine sıvı haline dönüşür. İnsanın (yani ruhun) ise genel olarak, çoğu kez bilinen bir hali olsa bile, hangi koşullarda diğer hallerine geçiş yapacağı konusunda tam bir kesinlik yoktur. Ayrıca herhangi bir koşulda hangi hale geçeceği de kesin olarak söylenemez. Ruhdan ruha değişir. Yani ruhun halleri görecelidir; durumdan duruma, kişiden kişiye değişiklik gösterir, maddenin halleri gibi kesin değildir.
İnsanın halleri neler olabilir? İnsanın binbir hali vardır; neşeli, kızgın, sakin, tedirgin, sıkıntılı, enerjik, çalışkan, tembel, meraklı, endişeli, dalgın, uyuşuk, isyankar, itaatkar, takıntılı, yalancı, cesur, çılgın, korkak, dikkatli, sakar, durgun, konuşkan, utangaç, isteksiz, mutlu, karamsar, coşkun, iyimser, kıskanç, kibirli, alıngan, umursamaz, alçakgönüllü … vs. (şimdilik aklıma gelenler bu kadar, boş bir zamanda binbire tamamlarım!). Görüldüğü gibi sayamayacağımız kadar çok hali var insanın. Yukarıda da söylediğimiz gibi, herhangi bir insanın genel olarak bilinen halleri olabilir çok kesin olmasa da, ama bir halden diğer bir hale geçiş koşullarını her zaman doğru göremeyebilir, veya hangi hale geçeceğini de tam olarak kestiremeyebiliriz. Örneğin bir kişi; sakin, itaatkar, korkak, iyimser vs. halleri ile genelde biliniyor olabilir. Ama emin olun ki bu kişinin, gerekli koşullar oluştuğunda bu hallerden başka hallere geçmesi işten bile değildir. Farklı veya zorlayıcı bir koşul onun birden asi, kızgın, çılgın vs. hallerine dönüşmesine yol açabilir. Ya da kibirli biri, alçakgönüllü hale geçebilir; utangaç biri, atılgan veya hatta pervasız, küstah bir hale bile dönüşebilir, veya dürüst biri bir sahtekara dönüşebilir.
Yani saydığımız ve saymadığımız tüm haller insana ait hallerdir ve bir kişi herhangi bir zaman ve mekan diliminde hangi halinde bulunuyorsa bulunsun, diğer tüm hallere de geçebilme potansiyelini taşımaktadır. Yeterki o hale geçmesine yol açacak koşullar oluşmuş olsun. Bu koşulların derecesinin tabi ki kişiden kişiye değişebileceğini söylemiştik; (yani birisi 100 ºC derecede kaynarken, diğeri 150 ºC derecede kaynayabilir!, veya birisi ısıyla dönüşürken, diğeri basınçla dönüşür..) ama bu kadar göreliliğe ve değişebilirliğe rağmen, kişinin içinde olduğu halden, potansiyel olarak diğer tüm hallere dönüşebileceğini hemen hemen bir kesinlikle söyleyebiliriz. Yani insanın halleri konusunda böyle temel ruhsal prensipten söz edebiliriz.
İnsanları tanımlarken belli referans noktalarına gereksinim duyuyoruz. Bu kişi böyle biridir veya şu kişi şöyle bir insandır gibi. Fakat bilmemiz gereken şu ki bunu hiçbir zaman sabit, değişmez haller; vasıflar, özellikler olarak görmemeliyiz. Bu bizi bazen ciddi şekilde yanıltabilir veya yanlış önyargılar taşımamıza da yol açabilir. Evet, insanlarla ilgili genel bilinen halleriyle bir tanımlama yapmanın sakıncası yok tabi, hatta dediğim gibi bu gerekli de. Ama her insanın içinde olduğu halin, olumlu veya olumsuz yönde değişebileceğini de ilişkilerimizde veya insanları yargılarken her zaman hesaba katmalıyız. Özellikle kendimiz için bunu yapabilmeli, yaşadığımız durumda, içinde olduğumuz ruh halinin değişebilirliği bilgisini, gerektiğinde daha hızlı bir değişim gösterme enerjisi olarak kullanmalıyız. Ve son olarak şunu vurgulamak isterim ki; ne kendimizi ne de bir başkasını, değişmez sabit kalıplar içinde görme alışkanlığımızdan kurtulmalı, hem algımıza hem ruhumuza bu esnekliği kazandırabilmeliyiz. İyi ruh halleri dileklerimle..
Müceddid unutulmuş olan din bilgilerini meydana çıkaran, dini bid'at ve hurafelerden (dinde sonradan ortaya çıkarılan şeylerden) temizleyen, dini kuvvetlendiren. Müceddid lügatte yenileyici demektir. İlk Peygamber hazret-i adem'den sonra, insanlara her bin senede yeni din getiren bir resul (peygamber) gelir, evvelki dinde yapılan değişiklikleri bildirirdi. Her yüz senede ise bir nebi (peygamber) gelir, din sahibi peygamberin getirdiği dini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Son peygamber Muhammed aleyhisselam gelinceye kadar böyle devam etti. O'nun getirdiği İslamiyet son din oldu. Kur'an-ı kerimde al-i İmran suresi seksen beşinci ayetinde mealen; “Muhammed'in (aleyhisselam) getirdiğiİslam dininden başka din isteyenlerin dinlerini Allahü teala sevmez ve kabul etmez. İslam dinine arka çeviren, ahirette ziyan edecek, Cehenneme girecektir.” buyruldu. İslam dini, kıyamete kadar değiştirilmeyecektir ve yeni bir din de gönderilmeyecektir. Eski ümmetler zamanında, peygamberlerin yaptığı dini kuvvetlendirme işini Ehl-i sünnet mezhebindeki derin alimler yapacaklardır. Bu yüksek alimler cahil halk tarafından Müslümanlar arasına sokulan hurafeleri, bid'atleri (dinde sonradan meydana çıkarılan, uydurulan söz, yazı, usül ve işler), yanlış inançları ve işleri düzeltirler. Ehl-i sünnet inancına bağlı olan müctehidlerin, mezhep imamlarının Eshab-ı kiramdan işiterek bildirmiş oldukları doğru bilgileri meydana çıkarırlar. Kendilerinden bir şey söylemezler. Bunların geleceğini ve İslamiyete hizmet edeceklerini, hadis-i şerifler haber vermekte ve övmektedir. Müceddid yeni bir din, inanç, ibadet vs. getirmez. Dinde zamana göre değişiklik, ekleme ve çıkarma yapmaz. Böyle yapanlar müceddid değil, reformcu veya felsefecidirler. Müceddid dini aslı üzere anlatır, yayar. İslam dinini her yüzyılda aslı üzere insanlara yeniden duyuran ve yayan çok müceddid gelmiştir. Peygamber efendimizin; “Benden sonra, her yüz senede bir alim çıkar. Dinimi kuvvetlendirir.” ve “Ümmetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.” hadis-i şerifleriyle bu müceddidler övüldü. İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam-ı Şafii ve bunlar gibi mezhep imamı olan mutlak müctehidler ve İmam-ı Rabbani Ahmed Faruk-i Serhendi ve her yüzyılda gelen dört mezhepten birinde olan büyük alimler ve ileride gelecek olan hazret-i Mehdi bu müceddidlerdendir.