TÜRKİYE’DE ATALAR DİNİ (Müslümanlık)
Tabiatıyla Şimdi, «İslam» ile «Müslümanlık» kavramları arasındaki farklar merak konusu olacaktır. İslam’ı herkes Kur’an ve Sünnetten öğrenebilir. «Müslümanlık» sorununa gelince, -ki bunun ne büyük bir sorun olduğundan haberi olmayan milyonlarca insan bu ülkede yaşamaktadır- şimdi bu merakı gidermek, -daha doğrusu- bin yıl önce (din konusunda) yapılmış önemli bir yanlışlık hakkında geneli bilgilendirmek ve uyarmak için gerekli olan açıklamalar, bir zimmet ve emanet meselesidir.
İktibas Dergisi Ocak 2016/445/Ferit AYDIN
Çok önemsediğim bir kaynaktan alıp çeşitli münasebetlerle okuyucularıma belge olarak sunduğum bir alıntı ile konuya girmeği uygun buluyorum. Prof. Dr. Fuad Köprülü, «Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar» adlı kitabının 21’inci sayfasında şöyle diyor:
«Türkler İslâmiyet’in birçok unsurlarını doğrudan doğruya Araplardan değil, Acemler vasıtasıyla aldılar. İslâm medeniyeti Türklere, İran kültürünün merkezi olan Horasan yolu ile Mâverâünnehr’den geçerek geliyordu».
Bu çok önemli bir tespittir. Bizzat Türk olan ve kudretli bir ilim adamı ve araştırmacı olarak kabul edilen Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün bu ifadeleri, birçok tarihi ve sosyal hakikati özetlemektedir. Türklerin İslam ile tanıştıktan sonra bu dini nasıl algıladıklarını, ve İslam öncesi inançlarıyla onu nasıl sentezleyip kendi zevklerine göre nasıl yeniden yapılandırdıklarını bu satırların verdiği mesajdan tahmin etmek hiç de zor değildir.
İranlıların «Muselmani» diye adlandırdıkları din, hiç şüphesiz İslam değildir. İranlılar nasıl ki İslam’ı, -eski dinleri olan- Zerdüştlükle yoğurarak onu bugünkü hale getirmişlerse Türkler de -aynen ve daha çok onların etkisiyle- İslam’dan birçok unsuru alarak Budizm’le ve Şamanizm’le sentezlemiş ve «Müslümanlık» adı altındaki dini oluşturmuşlardır. Son yıllarda ortaya çıkan «Türk-İslam Sentezi» tartışmaları bu gerçeği açık şekilde kanıtlamaktadır.
Müslümanlığı doğuran tarihi sebepleri bulduğumuz zaman bu dinin neden ve nasıl yapılandırıldığını daha iyi anlarız.
Bilindiği üzere Emevi Komutan Quteybe b. Muslim el-Bahili’nin (705’te) Semerkand’ı ve (709’da) da Buhara’yı fethetmesiyle Türkler –genel manada- ilk kez İslam’la tanıştılar. Bu tanışma, -ileri sürüldüğü ve günümüzde sanıldığı üzere- Türklerin cumhur halinde İslam’ı kendi istekleriyle kabul ettikleri ve onu, –o günün şartlarında- hazmettikleri anlamına gelmez. Bilakis bu kavmin, ancak küçük bir kısmının İslam’ı özgün biçimiyle algılayabildiğini tahmin etmek güç olmasa gerektir. Nitekim hangi insan, ilk kez tanıştığı bir dini kabul eder etmez onun bütün ayrıntılarını öğrenebilir ve kurallarına kusursuz bir şekilde ayak uydurabilir? Bu hemen hemen mümkün değildir.
Türklerin İslam’ı tam manasıyla algılamış olmaları –hiç kuşkusuz- uzun bir zaman almıştır. Bu süre zarfında elit zümrelerin İslam’ı inceledikleri ve onu kendi zevk ve anlayışlarına uygun hale dönüştürdükleri kesindir. Bu dönüştürmenin en azından teorik izahı şöyle olmalıdır:
Türklerin şehirli kesimi Budist, kırsal kesimlerde yaşayanlar ise Şaman idiler. Otorite, şehirli hakim tabakaların elinde bulunuyordu. Bu hakim zümrelerin en güçlülerinden biri olan Kuşanlar, Budiz’min «Mahayana» mezhebine bağlı idiler. Kuşanlar ve onlara bağlı olan geniş topluluklar, İslam’a karşı Budizm’i yaşatabilmek için ölesiye mücadele ettiler. Açık şekilde harcadıkları çabalar sonuç vermeyince «Minhac-ı Hakikat» adı altında bir yer altı örgütü kurarak İslam’ı dejenere etmek için faaliyetlere başladılar. İslam’dan öç alma planı ilk önce bu şekilde ortaya kondu. Adeta kuluçkaya yatan bu örgütün çabalarının sonucu olarak Türkistan’da çeşitli mistik akımlar ortaya çıktı. Bunların en ünlüsü «Yesevilik» hareketidir.
Yesevilik’ten zamanla iki farklı tarikat doğdu: Nakşibendilik ve Bektaşilik. Bu iki mistik akımın tarihi serüveni buraya sığmayacak kadar uzundur. Ancak bugün sözde «ehl-i Sünnet tarikatı» yaftası altında propagandası yapılan Nakşibendiliğin ne derece sinsi, karanlık, tehlikeli ve intikamcı bir mistik akım olduğunu unutmamak lazımdır![1]
Türkistan’da İslam’ın yayılmasıyla birlikte başlayan bu gizli faaliyetler önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır, o da şudur:
İslam’la ilk kez tanışan Türkler, Kur’an’daki özgün İslam’ı, salt bir «Arap dini» olarak algıladılar. Elit zümreler bu dinin, –arı biçimiyle- Türklere uymadığı kanaatine vardılar ve onu revize ettiler. Bu suretle, zaman içinde «Müslümanlık» adı altında, İslam’dan bağımsız bir din peydahlandı.
Bu özet bilgilerden yola çıkarak diyebiliriz ki; “Müslümanlık”, 700’lerden bugüne değin, yaklaşık 1300 yıldır Türkler tarafından zaman zaman değişikliğe uğratılarak bugünkü şeklini almıştır.
***
Tabiatıyla Şimdi, «İslam» ile «Müslümanlık» kavramları arasındaki farklar merak konusu olacaktır. İslam’ı herkes Kur’an ve Sünnetten öğrenebilir. «Müslümanlık» sorununa gelince, -ki bunun ne büyük bir sorun olduğundan haberi olmayan milyonlarca insan bu ülkede yaşamaktadır- şimdi bu merakı gidermek, -daha doğrusu- bin yıl önce (din konusunda) yapılmış önemli bir yanlışlık hakkında geneli bilgilendirmek ve uyarmak için gerekli olan açıklamalar, bir zimmet ve emanet meselesidir. Bu emaneti yerine getirmek icap eder. Bu kadar uzun bir süre boyunca hiç mi bir alim bu yanlışın farkına varmadı diye istifham karşısında kalanlar, ilerleyen satırlarda bu sorunun cevabını bulacaklardır.
Müslümanlık, her şeyden önce tam anlamıyla aynen Hıristiyanlık gibi bir tapınak ve mezarlık dinidir. Dıştan göze çarpan bu özelliği ile “Müslümanlık” Türk laikliği ile (daha doğrusu Türk laikçiliği) ile çatışmamaktadır. Tam tersine onunla büyük ölçüde örtüşmektedir. Nitekim (Alevisiyle, Sünnisiyle, ortodoksu ile, heterodoksu ile) Türk Müslümanlığının hemen bütün bağlıları, ortak bir mistik din anlayışına sahiptirler. Buna laikler de dahildir. Türkiye’nin her yerinde yaygın bulunan babalar ve dedeler kültünün binlerce sembolü; Türbeler, sandukalar, anıt mezarlar, mumyalar, katafalklar, çelenkler, adak taşları, padişahlara ve «Ulu Önder»’e ait özel eşyalar, bu «kutsal» yerlerde düzenlenen ayinler, saygı duruşları, cenazeyi alkışlamalar, festivaller, ölüler için kesilen kurbanlar, türbelere bağlanan çaputlar, sirke ile oruç bozmalar, «Ölü tanrı»’ya yazılan dilekçeler, bu alanlarda kullanılan, tespihler, takkeler, sarıklar, okunan mevlitler ve ilahiler, düzenlenen kortejler, semahlar, rabıtalar, hatm-i hacegânlar gibi zor sayılabilecek inanış biçimleri, ritüeller ve özel kıyafetler, Müslümanlığı ve onun paralelindeki laikliği İslam’dan kalın bir duvarla ayırmaktadır. Bunların sadece küçük bir kısmı bile söz konusu edildiğinde İslam ile “Müslümanlık” arasındaki duvarın ne kadar kalın olduğu gözler önüne serilmektedir.
Müslümanlık Semavi bir din de değildir. (Kitabı yoktur. İlahları çoktur. Peygamberleri ve ilâhları hemen hemen aynı şahıslardır.)
Türkiyeli Müslümanlar arasında sağcı vardır, solcu vardır, ateist vardır, alevi vardır, Sünni vardır. Allah’a inanan ve inanmayanlar vardır. Tarikatçı vardır, vahdet-i vücutçu vardır… Bu gruplardan hiç birinin inancı öbürününkine benzemez.. Fakat hangisine sorarsanız, «Ben Müslümanım» der.
1961 yılından önce latin harfleriyle basılmış ve topluma inmiş, halk tarafından okunup izlenmiş, evlerin kütüphanelerinde yer almış bir tek nüsha «Türkçe meal» bile bulunmamaktadır. Bu tespit son derece önemlidir. Aslında bu tarihten önce Türkiye’de, bir avuç aydının dışında, kimsenin evinde kütüphane bulunmazdı. Çünkü 1950’li yıllarda Türkiye’de okuma yazma oranı % 4’ü geçmiyordu. Tabiatıyla daha önceki yıllarda, hatta yüzyıllar boyu durumun bundan çok daha feci olduğu belgelerle sabittir.
Nitekim ünlü düşünür ve yazar Cemil meriç, 22 Ocak 1969 tarihli bir makalesinde aynen şunları söylüyor; «Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük düşünür çıkmadı. Çünkü düşünceye ihtiyaç yoktu. Düşünce bir felâkettir. Zorlanmadan, mecbur kalmadan düşünmez insan. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa karşısındaki bozgunu, endüstriyel toplumun askeri bir toplumu yenmesidir…»
***
Gördüğünüz gibi; “Müslümanlık” ile başlayan sorunlar zincirinin halkalarını saymak mümkün değildir. Bu dev problemin akla getirdiği binlerce soruya cevap vermek ise hiç kolay değildir. Bunların her biri, kudretli araştırmacıların yıllarını alacak derinliğe sahiptir. 1300 yıl boyunca sürüp gelmiş bid’atların, hurafe ve efsane yığınlarının, çeşitli sapkınlıkların kaynağını ve belgelerini bulmak, bundan sonra da ilim adamlarını oldukça uğraştıracaktır ve yoracaktır.
Bu ana problemle ilgili olarak akla gelebilecek belki binlerce sorudan sadece bir tanesi şudur:
Neden Türkiye’de hemen her insanın zihnindeki din modeli başkalarınınkinden farklıdır? Sorulara biraz devam edelim mi?
Türkiye’de insanların göğüslerini gere gere «Elhamdülillah ben Müslümanım» dediklerini sıkça duyarız; ama bir kez bile düşünmeyiz, acaba «Müslümanlık» diye bir din var mı? Ya da «Müslümanlık» ile İslâm arasında bir benzerlik var mı? Türkiye’de hemen herkesin kimlik kartının din hanesinde «İslâm» diye bir kelime var, buna rağmen bu insanların hiç biri «Ben Muslimim» veya «Muslimeyim» demez, demesini de bilmez. Sorulduğu zaman «Müslümanım» der! Acaba bunun sebebi nedir? Halbuki Arapça «Esleme» fiilinin ism-i faili «Muslimمُسْلِم »dir. Son harekesini okursanız. «Muslim’unمُسْلِمٌ » dersiniz. (Tabiatıyla i’rab harekesi, geçici bir sestir, kelimenin özünden değildir, cümledeki yerine göre de değişir. Dolayısıyla, Ref halinde: Muslim’un, Nasp halinde: Muslim’en ve Cer halinde: Muslim’in diye okunur.). Ama Arapça’da «Müslüman» diye bir kelime yoktur; Kur’an-ı Kerim’de de böyle bir kelime bulunmamaktadır. Türkiye’de milyonlarca insanın bu önemli bilgilerden habersiz olduğu, size hiç ilginç gelmiyor mu?!
Toplumumuzda beş on kişiden başkası Kur’an’ın dilini gerçek anlamda bilmediği için bugüne kadar “Müslüman” ve “Müslümanlık” kelimelerinin Kur’an’da geçip geçmediğini hemen hiç kimse merak etmemiştir. Bu çok tuhaf bir şey değil mi?
Arap bir mu’min kişiye dinini sorunuz, hemen size «Ene Muslimأنَا مُسْلِم » der. Bu kelimenin sonunda, Farsça bir takı olan (an) yoktur. Keza Batılı bir mu’min kişiye dinini sorunuz, o da size İngilizce «I’m Muslim» diye cevap verir. Şimdi lütfen, «Ne farkeder, netice itibariyle hepsi aynı yola çıkmıyor mu?; “ben Müslümanım” diyenle “ene muslim” diyenin amaçları aynı değil mi?» diyerek erken itiraz etmeyiniz! Önce bu kelimenin Kur’an-ı Kerim’de nasıl, kaç kez ve hangi surelerde geçtiğine bakalım;
Kur’anı Kerim’de «Esleme» fiilinden müştaq olarak beş farklı sıyga geçmektedir ve sıygalar şunlardır;
1) Muslimet’en (Muslimeten); El-Baqara/128
2) Muslim’en (Muslimen); Yusuf/101; Al-i İmrân/67;
3) Muslimûn’e (Muslimûne); el-Baqara/132, 133, 136; Al-i İmran/52, 64, 80, 84, 102; el-Mâide/111; Hûd/14; el-Enbiya/108; el-Ankebût/46; er-Rûm/53; en-Neml/81; el-Cinn/14;
4) Muslimiyn’e (Muslimiyne); el-En’âm/162; el-A’râf/126; Yunus/72, 84, 90; el-Hicr/2; en-Neml/31, 42, 91; el-Qasas/53; el-Ahqaaf/15; ez-Zumer/11; el-Hacc/78; el-Baqara/128; ez-Zukhruf/69; en-Neml/38; el-Qalem/35; el-Ahzâb/35; ez-Zariyât/36; Fussilet/33;
5) Muslimât’in (el-Muslimât’i); et-Tahriym/5; el-Ahzâab/35;
Bu listenin gerçeği yansıtıp yansıtmadığını, Kur’ân-ı Kerim’in metnini tarayarak kontrol edebilirsiniz. Ancak ne yazık ki toplum, bu gerçekleri araştırıp test edebilecek bilgilerden yoksundur. Aynı zamanda Türkiye toplumu «Tewqifiye» sisteminden tamamen habersizdir. Oysa bu sistem İslam’ın sigortasıdır ve kaynağını şu ayet-i kerimeden alır:
“وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَاتَّقُوا اللهَ إِنَّ اللهَ شَدِيدُ الْعِقَاب.” (الحشر/7)
Meali: «Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.»
Bu ayet-i kerime bir kanundur ve bu ilahi kanuna göre Allah’ın indirdiği son dinin adı «İslam»’dır. Hiç kimse bu dinin adını “Müslümanlık” diye değiştirme yetkisine asla sahip değildir. Aşağıda, bu konuda belgesel açıklamalar ve kanıtlar sunulacaktır.
***
İslam ile “Müslümanlık” dinleri arasındaki farklara gelince;
İslam, Semavi bir dindir. Vahiy dinidir, Tevhid ve Hayat dinidir. Kitap ve Sünnet temeli üzerinde, evrensel kurallara dayalı bir yaşam ve yönetim biçimidir. İslam’ın özet olarak tarifi budur. Vurgulamak gerekir ki; İslam’ın bağlıları, (Müslümanlık adındaki yapay dinin bağlıları değil), sadece Müslim ve mu’minlerdir.
İslam Her şeyden önce Tevhid dinidir: İslam’da hem tevhide, hem şirke, şiddetli vurgular yapılmıştır. İslam kendini şöyle tanıtmaktadır:
“إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ الإسْلاَمُ ….” (آل عمران/19)
«Allah katında –geçerli din- ancak ve ancak İslam’dır.» (Al-i İmran/19)
“وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الإسْلاَمِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ.” (آل عمران/85).
«Her kim ki İslam’dan başka bir din edinecek olursa, o din kendisinden asla kabul olunmayacak, o kimse de ahi rette hüsrana uğrayacaktır.» (Al-i İmran/85)
***
İslam, şirk ve müşrikler için de şunları söylüyor:
“يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلاَ يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا وَإِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللهُ مِنْ فَضْلِهِ إِنْ شَاءَ إِنَّ اللهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ.” (التوبة/28)
«Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıldan sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksullaşmaktan korkuyorsanız, Allah dilerse sizi kendi ihsanından zengin kılacaktır. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.» (Tevbe/28)
“وَلاَ تُنْكِحُوا الْمُشْرِكِينَ حَتَّى يُؤْمِنُوا وَلَعَبْدٌ مُؤْمِنٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكٍ وَلَوْ أَعْجَبَكُمْ أُولَئِكَ يَدْعُونَ إِلَى النَّارِ وَاللهُ يَدْعُو إِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِإِذْنِهِ وَيُبَيِّنُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ.” (البقرة : 221).
«Müşrik kadınlarla, -iman edinceye kadar- evlenmeyiniz; iman eden bir cariye, -hoşunuza gitse de- müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkeklerle de -iman edinceye kadar- evlenmeyiniz; iman eden bir köle, -hoşunuza gitse de- müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar, ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır. O, insanlara ayetlerini açıklar. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler.» (el-Bakara/221)
“اتَّبِعْ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ.” (الأنعام/106)
«Rabbinden sana vahiy edilene uy. O’ndan başka ilah yoktur. Ve müşriklerden yüz çevir.» (el-En’am/106)
“أَنَّ اللهَ بَرِيءٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ …” (التوبة/3)
«Allah, müşriklerden uzaktır, O’nun Resûlü de…» (Tevbe/3)
وَقَاتِلُوا الْمُشْرِكِينَ كَافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَافَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ (التوبة/36)
«… ve müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.» (Tevbe/36)
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ (الحجر/94)
«Öyleyse sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme.» (el-Hicr/94).
***
«Müslümanlık» ile İslam arasındaki farkları görebilmek için esasen Müslüman kişi ile Muslim kişinin dinsel inanç ve yaşantılarını biraz karşılaştırmak yeterlidir. İşte bu karşılaştırmadan bazı örnekler:
Muslim kişi Muvahhittir; Allah’ın birliğine kesin olarak inanır. Kainat üzerindeki otoritesinde O’na hiçbir ortak tanımaz. Mu’min kişi Allah Tealâ’yı; tüm kâinâtın -üstünde ve bütün varlıkların tek, eşsiz, benzersiz, ölümsüz, başlangıçsız, sonsuz, eksiksiz, aşkın ve yetkin- yaratıcısı sıfatlarıyla bir «Zât-ı Ece-i Âlâ» olarak tanımlar.
Müslüman kişiye gelince o; –her ne kadar Allah’ın birliğine inandığını her münasebette vurgulamaya çalışsa da- onun bu ifadesi gerçeği yansıtmaz. Bilakis türbelere, yatırlara, tarikat şeyhlerine, «evliyalar»’a, «ulu öndere» ve onun heykellerine tapınarak, onların bir kısmına Allah’ın zatî sıfatlarını vererek bu fanileri Allah’a açık şekilde ortak koşar. Biri onun bu aykırı davranış biçimlerini eleştirmeyi göze aldığında ise o, şiddetli tepkiler göstererek çeşitli spekülatif açıklamalarla Allah’ın birliğine inandığını ısrarla ileri sürer durur. Gerçekte Müslümanların çoğu çok tanrılı, politeist-pagandırlar.
***
Müslim kişiye göre «ewliya»; Kur’an-ı Kerimde Yunus Suresi’nin 62’inci, 63’üçüncü ve 64’üncü ayet-i kerimelerinde tarif edildiği sıfatların sahibi olan, Allah’ın salih kullarıdır. (Tekili “weli”dir.)
«Müslüman» kişiye gör ise «veli»: adeta bir süpermen’dir; Her şeyden önce «Allah’ın yeryüzündeki vekilidir». (Bk.Ruhul-Furkan, Cilt:2, Sayfa:74). «Onun adına yeryüzünde tasarrufta bulunabilir. Yani duaları kabul eder, isterse toprağı avucuna alır ve onu altına ve gümüşe dönüştürebilir; yeryüzü onun ayakları altında katlanır; binlerce kilometrelik mesafeyi saniyede kat edebilir; zaman tünelinde istediği miktarda ileri veya geri gidebilir; kar, yağmur ve dolu –hatta taş bile- yağdırabilir; hayvanlarla konuşabilir ve onlara emreder… Sözün kısası (haşa!): Allah ile aynı yetkilere sahiptir!»
***
Müslim ve mu’min kişi, Allah Teala’ya şöyle inanır:
Allah (cc), bütün evrenin yaratıcısı, düzenleyicisi ve yöneticisidir; ortağı yoktur; benzeri yoktur; Hiçbir şey O’nun zat-ı ilâhiyesiyle birleşemez. Ebedi ve ezelidir (varlığının başlangıcı ve sonu yoktur), ölümsüzdür; her şeyi bilir; her şeyi görür (geçmişin ve geleceğin tamamı O’na malumdur); Her türlü eksiklikten, noksanlıktan ve kusurdan münezzeh ve beridir (acıkmaz, yemez, içmez, uyumaz, yorulmaz, unutmaz, hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmaz…). Zerreden, dev galaksilere kadar kainatın tamamı onun eseridir. Yoktan var eder; diriltir, öldürür, imtihan eder; Rahmandır, Rahimdir, mutlak hüküm sahibidir, mukaddestir, adlarından biri (barış anlamına gelen) Selam’dır, kullarına güven verendir, kainatın tamamına sürekli olarak egemendir, Aziz’dir, Cebbar’dır, mütekebbir’dir…
Özellikle tarikatçıları yöneten ve yönlendirenler, (yukarıdaki inanç şeklini açıkça inkar etmemekle birlikte), gizli oturumlarda yandaşlarıyla paylaştıkları eleştirilerinde bu inancın ancak sıradan, cahil ve şekilci kimselere ait olduğunu ileri sürerler! Onlara göre: “Allah kainattaki her şeyde vardır; her şey O’nun bir parçasıdır; Temiz, pis, büyük küçük, insan, hayvan bitki, canlı cansız hatta domuz, köpek ve dışkı buna dahildir.”. Şu Arapça beyit bu inancı özetlemektedir:»
“وَمَا الْكَلْبُ وَالْخِنْزِيرُ إِلاَّ إِلَهُنَا * وَمَا اللهُ إلاَّ رَاهِبٌ فِي كَنِيسَةٍ.”
Türkçesi: «Köpek de domuz da ilahımızdan başka bir şey değildirler * Allah, kilisedeki rahipten başka bir şey de değildir». [2]
Bu inanç, sadece yukarıdaki beytin sahibine ait değildir, Aynı zamanda tarikatları yöneten ve yönlendiren birinci derecedeki teorisyen şeyhlerin inancı da böyledir. Ancak bunu hiç bir zaman açıktan dile getirmez, müritlerine bu inançlarını açıklamazlar! Nitekim, her fırsatta «ehl-i sünnet vel-cemaat olduklarını» ileri süren Nakşibendiler de bu inançta olanları en azından ret etmemişlerdir. Kaldı ki Nakşibendilerin «hululiyeci» oldukları kendi belgeleri ile sabittir. İşte belge:
«Mevlâ’nın fazl-u keremiyle mâsiva (Allah-u Tealâ’nın dışındaki her şey) salikin nazarından tamamen kalkıp, Allah’dan gayriyi (yabancıları) görmekten isim ve resim kalmayınca, muhakkak fenafillâh (Allah-u Tealâ’da eriyip gitmek) tabir edilen devlet hasıl olmuş ve tarîkat hâli sona ermiş olur. Ve böylece seyr-i ilallah (Mevlâ’ya doğru olan manevî yürüyüş) tamamlanmış olur.»[3]
***
Müslim ve mu’min kişinin inancına göre gaybı (mutlak gizliyi), Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Mu’minin bu konudaki delilleri oldukça güçlüdür, hepsi de Allah’ın kitabındaki ayetlerden oluşur. İşte bu deliller:
“وَمَا كَانَ الله لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ وَلَكِنَّ اللهَ يَجْتَبِي مِنْ رُسُلِهِ مَنْ يَشَاء.” (آل عمران/179).
«Allah sizi gabya muttali kılacak değildir. Ama Allah, elçilerinden dilediğini (gabya muttali kılmak üzere) seçer.» (Al-i İmran/179).
“قُلْ لاَ أَقُولُ لَكُمْ عِنْدِي خَزَائِنُ اللهِ وَلاَ أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلاَ أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ…” (الأنعام/50).
Meali: «De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum…» (el-En’am/50).
“وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُو.” (الأنعام/59).
Meali: «Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları, O’ndan başka kimse bilmez.» (el-En’am/59)
“قُلْ لاَ أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلاَ ضَرًّا إِلاَّ مَا شَاءَ اللهُ وَلَوْ كُنْتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لاسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِيَ السُّوءُ إِنْ أَنَا إِلاَّ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ.” (الأعراف/188).
Meali: «De ki: Allah dilemedikçe ben kendime bile bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım, çok hayırlı işler yapardım ve bana kötülük dokunmazdı. Ben, inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.» (el-A’raf/188)
“فَقُلْ إِنَّمَا الْغَيْبُ للهِ فَانْتَظِرُوا إِنِّي مَعَكُمْ مِنَ الْمُنْتَظِرِينَ.” (يونس/20).
Meali: «Ona (peygambere) Rabbinden bir mucize indirilse ya! diyorlar. De ki: Gayb ancak Allah’ındır. Bekleyin, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!» (Yunus/20)
“وَلاَ أَقُولُ لَكُمْ عِنْدِي خَزَائِنُ اللهِ وَلاَ أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلاَ أَقُولُ إِنِّي مَلَكٌ. (هود/31).
Meali: «Size ben, Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum; gaybı da bilmem. Ben bir meleğim de demiyorum…» (Hud/31)
“قُلْ لاَ يَعْلَمُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأرْضِ الْغَيْبَ إِلاَّ اللهُ.” (النمل/65.
Meali: «De ki: Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir.» (en-Neml/65)
“عَالِمُ الْغَيْبِ فَلاَ يُظْهِرُ عَلَى غَيْبِهِ أَحَدًا.” (الجن/26).
Meali: «O, gaybı bilendir. Kendi gaybını kimseye açık tutmaz» (el-Cinn/26)
***
Muslim ve mu’min kişi, itikatta ve amelde, hayat düsturu olarak Kitap ve Sünneti kaynak kabul eder. Akidesinde Hz. Peygamber (sa)’i ve Selef-i Salihin’i örnek alır.
«Müslüman» şahıs ise –her ne kadar bu iki kaynağa bağlı olduğunu her münasebette vurgulamaya çalışsa da- onun İslam’da yeri olmayan çeşitli ibadet şekilleriyle Allah’tan başka şeylere yönelmesi, bu iddiasını yalanlamaktadır.
***
Muslim ve Mu’min kişinin Peygamberler hakkındaki inancı kısaca şöyledir:
Allah’ın insan cinsinden elçileri, öbür insanlar gibi beşeri özelliklere sahiptirler. Yapı olarak hiçbir olağanüstülükleri yoktur. Doğar, yaşar, büyür, acıkır, yer, içer, yorulur, hastalanır, hacet giderir, uyur ve nadiren yanılırlar. Onlar da ölümlüdürler. Fakat (bütün insanlardan farklı olarak): dürüsttürler, emindirler, Allah’ın emirlerini mutlak surette bildirirler, büyük küçük günahlardan masumdurlar, zekidirler, adaletlidirler, elçilikten asla alınmazlar.
Müslümanlardan (özellikle Türk kökenli tarikat şeyhleri)- bu inancı kabul eder görünüyor iseler de- “evliyalar”ın peygamberlerden daha üstün olduklarına inanırlar! İnançlarını kendi aralarında gizlice şöyle paslaşırlar:
«Velâyet, fenâya varmış kimsenin hâlidir. Nübuvvet mertebesinden uludur. Bazı enbiyâ hazerâtı velâyete de sâhib olmuşlardır. Lâkin her velîde nübuvvet-i tarifiyye veya tebliğiyye mevcûd olagelmiştir.»(Bk. Hasan Lûtfi Şuşud, İslâm Tasavvufunda Menâkıb-ı Evliya s.163 İstanbul-1958.)
***
Amel Bakımından Aralarındaki Farklar:
Mu’min ve Muslim kişi eğer yeterli bilgilere sahip değilse İslam mezheplerinden herhangi bir mezhebe –tutuculuktan uzak bir şekilde- bağlanır, (telfiq kusurunu işlememek için) hayatını ve ibadetlerini bu mezhebin kurallarına göre düzenlemeye çalışır. Geniş ilim sahibi ise buna gerek görmez. Ancak bütün mu’min ve muslimler İslam mezheplerinin hapsine karşı saygılıdırlar. Birini diğerine üstün tutmazlar. İslam’ın yasakladığı (şirk ehline ait dua, zikir ve ibadetlerden), bid’at ve hurafelerden uzak dururlar.
Özellikle «hanefist Müslümanlar» ise İmam ebu Hanife’yi tüm mezhep imamlarından üstün tutar, onu bu niyetle “İmam-ı Azam”(yani en büyük imam) diye anarlar. Hanefi mezhebini de tüm mezheplerden üstün tutarlar. Ebu Hanife, fars kökenli olmasına rağmen onun Türk olduğunu ısrarla ileri sürerler. Bu tutumlarıyla dinci-ırkçıdırlar.
Müslümanların önemli bir kısmı Bursalı Süleyman Çelebi’nin şiirlerini «Mevlit» adı altında bir ibadet olarak okur ve okuturlar, hatta mevlit törenlerini camilerin içinde düzenlemekten bile çekinmezler! Kazandıklarına inandıkları sevabını da ölülerinin ruhlarına yollarlar!»
«Nurcu Müslümanlar da Said-i Nursi’nin tertip ettiği “Cevşen” adındaki şiirsel duaları okur, bundan sevap kazandıklarına inanırlar.
Nakşibendi Müslümanlar, -Hint dinlerinden adapte edilmiş olan -«rabıta» adı altında bir meditasyon biçimi ile şeyhlerine ibadet eder, yine Hint dinlerinden esinlenerek «Khatm-i Khuwacegân» adı altında düzenlenen ayinler yapar, bundan sevap kazandıklarına inanırlar.
Mistik ruhlu Müslümanlar tarikat şeyhlerine kutsal şahsiyetler olarak bakar, onlara canfeda şekilde bağlanırlar ve onların olağanüstü «keramet»lere sahip olduklarına inanırlar. Bu şeyhler öldüklerinde, onların birçoğunun üzerine türbeler inşa eder, onlara adak adar, dertlerden kurtulmak ve şifa bulmak için onlara dua ederler.
***
Müslümanlık kavramı, günümüzün düşünce karmaşasının merkezinde yer almaktadır. Bu kavram çok gelişigüzel ve bazen de maksatlı olarak kullanılmaktadır. Nitekim son yıllarda faşizmin ileri derecede yaygınlaşması ile birlikte bu kavram, İslam’ın bilinçli ve sistematik biçimde yıpratılması amacıyla kullanılmaya başlandı. Özellikle internetin pespaye bir çöplüğe dönüşmesiyle birlikte mefhumlar arasındaki çizgiler esnetildi ve çok geçmeden tanımlar önemini yitirdi. Böylece kavram kargaşası bir felaket halini aldı.
Kavramların birbirine karıştırılmış olması, artık tamiri mümkün olmayan bir kültürel yıkımın, -daha doğrusu- bin yıldır hemen hiç bir kavramın aslına uygun olarak algılanamamış ve yerinde kullanılamamış olmasının doğurduğu bir sonuçtur.
Türkiye’de korkunç düzeylerde bir kavram kargaşasının hüküm sürdüğü konusunda bütün ilim erbabı ve çeşitli düşünce akımlarına bağlı aydınlar hemfikirdirler. Bu kaos, onları derinden düşündürmektedir. Çünkü bu kargaşa, günümüzün kavgalarını kızıştıran nedenlerin başında gelmekte ve uzlaşmayı adeta imkansız hale getirmektedir.[4]Bu durum Türkiye’de önemli bir çevrenin İslam’dan korktuğu gerçeğini kanıtlamaktadır.
[1]Bu tarikatın içyüzü, bütün ayrıntılarıyla, tarihi serüveni ile –Arapça yazdığımız-: الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها adlı çalışmamızda deşifre ettik. Kitabı inceleyebilirsiniz.
[2] Kaynak: En-Nefehat el-Qudsiyye, Cilt:1, S.338.
[3] (Ruhu’l-Furkan/63. Sirac Kitabevi, İst-1992)
[4]Son zamanlarda «İslam alemi» yerine «Müslümanlık alemi» diye acayip bir söylem sıkça telaffuz edilir oldu. Bu yanlışlığa dikkat çekmek ve ilim erbabını uyarmak amacıyla iki makale yazdım. Bu makaleler İstanbul’da çıkan aylık bir dergide yayımlandı. Bunun üzerine bazı örtülü yapılar ürkmeye başladılar. Bu yapılardan, o tarihlerde henüz deşifre olmamış bulunan «Neo haşhaşiler» bu dergiyi markaja aldılar. Sözkonusu iki makaleyi yukarıda (kitabın metni içinde) okuyabilirsiniz.
ACABA BEN ALLAH'IN DİNİNDEN BAŞKA BİR DİN ÜZEREMİYİM..!!!! ?.....
ACABA BEN ALLAH'IN DİNİNDEN BAŞKA BİR DİN ÜZEREMİYİM..!!!! ?.....
rkiyede-atalar-dini-muslumanlik/#sthash.Z4fyyioP.VcU9vlCA.dpuf
Özellikle tarikatçıları yöneten ve yönlendirenler, (yukarıdaki inanç şeklini açıkça inkar etmemekle birlikte), gizli oturumlarda yandaşlarıyla paylaştıkları eleştirilerinde bu inancın ancak sıradan, cahil ve şekilci kimselere ait olduğunu ileri sürerler! Onlara göre: “Allah kainattaki her şeyde vardır; her şey O’nun bir parçasıdır; Temiz, pis, büyük küçük, insan, hayvan bitki, canlı cansız hatta domuz, köpek ve dışkı buna dahildir.”. Şu Arapça beyit bu inancı özetlemektedir:» “وَمَا الْكَلْبُ وَالْخِنْزِيرُ إِلاَّ إِلَهُنَا * وَمَا اللهُ إلاَّ رَاهِبٌ فِي كَنِيسَةٍ.” Türkçesi: «Köpek de domuz da ilahımızdan başka bir şey değildirler * Allah, kilisedeki rahipten başka bir şey de değildir». [2] - See more at: http://www.iktibasdergisi.com/turkiyede-atalar-dini-muslu…/…
YanıtlaSilhttps://www.facebook.com/huseyin.sasmaz.75/videos/vb.100000324607185/832395433447936/?type=3&theater
Diyorlar ki; Bu ümmete vahdet lazım. Diyorum ki; Vahdet için evvela TEVHİD lazım.
YanıtlaSilBu ümmete vahdet lazım. (Birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olmaya denir.)
Vahdet için evvela TEVHİD lazım.(Allah'tan başka ilâh olmadığına inanmak.”)
DİKKAT.!
Püf noktası...
Hz.Muhammede inanmadığını söyleyenlere hitaben....
İSLÂM AKİDESİ
(İLİMLER PAKETİ)
Akideler ancak, kesinlik ifade eden delilden alınır. Akidenin delilinin kesin olması lazımdır. Çünkü Allahu Teâla zannî olana itikat edenleri zemmederek şöyle buyurmuştur : "Onlar zandan başkasına tabi olmazlar. Halbuki, zan haktan bir şey ifade etmez." [5]
Bu hitapla akide hakkında konuşurken zanna tabî olanları teşhir edip azarlamıştır.
Allahu Teâlâ zanna bir delalet (sapıklık) olarak itibar etmiştir. Nitekim Allahu Teâlâ; "Eğer sen yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat edersen seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başkasına uymazlar." [6] buyurmuştur.
Allah zanna hiç bir zaman ilim (kesin delil) olarak itibar etmemiştir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurdu : "Onunla (inandıklarıyla) ilgili kendilerinde ilim (kesin delil) yoktur. Ancak, zanna uyarlar. Halbuki zan, haktan bir şeyi ifade etmez." [7]
[5] Necm : 28
[6] En'am : 116
[7] Nisa : 157
MÜSLÜMANLARIN GENELİNDE İSLÂMÎ ÖLÇÜNÜN HAKİM OLMAYIŞI.İSLÂM DEVLETİ HİLAFET'E GİDERKEN MESELELERİMİZ ;
BİR İNSANIN BU DÜNYAYA GELİŞ GAYESİ İÇİN TAKİP EDECEĞİ İSTİKAMET..DEVLET KURULUNCAYA KADAR
MÜSLÜMANLARIN İYİLEŞMESİNİN REÇETELERİ..
Bir toplum tutumunu değiştirmedikçe Allah onun konumunu değiştirmez.
Rad-11
KURANI ANLAMAM DİYENLERE....
Mefhumlar; zihinde vakıası idrak edilebilemanalardır.DİKKAT.DİKKAT
.İSLAM DÜŞMANI ,MÜSTEŞRİKLERDEN UYGULAMAKTA OLDUKLARI TAKTİKLERDEN
DEMOKRASİNİN EN BELİRGİN ÖZELLİKLERİNDEN OLAN ÇOĞUNLUK İLKESİ...
KAFİRLERİN KALKANI TEKFİR !
MÜSLÜMANLARIN VE KAFİRLERİN ALLAH TARİFİ,TANIMI..SEN BU TARİFİN NERESİNDESİN?
MÜSLUMANLAR VARLIKLARINI KORUMA UĞRUNA DA OLSA İSLÂMÎ KİŞİLİK VE TAVIRDAN VAZGEÇMEMELİDİRLER
CİHADIN İSLAMDAKİ YERİ,KONUMU...
TEKFİRİN AÇIKLAMASI.
*********************************
MEFHUMLAR
*********************************
http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2015/10/diyorlar-ki-bu-ummete-vahdet-lazm.html