30 Ekim 2013 Çarşamba

İkinci Râşidî Hilâfet Ciddi Çalışma ile Kurulur

İkinci Râşidî Hilâfet Ciddi Çalışma ile Kurulur

Yazdır
Düzenle
Yayınlanma: Pazar, 06 Kasım 2011

İslam Ümmeti için tarihinin binlerce kez hatırlanan en zor ve en karanlık olaylarından biri, yıllar önce içerisinde bulunduğumuz bu ayda gerçekleşti. Bu öyle bir olaydı ki ne tarihin saflarından silinebilecek ne de unutulup gidilecektir. Bu olay, Hicri 1342 yılının 28 Receb, Miladi 3 Mart 1924'ünde meydana gelen olaydı. Nasıl olmasın ki? O gün tarihin dengeleri tersine döndü. Bir devir kapanıp bir başka devir başladı. Dünyanın pusulası gerçek istikâmetini kaybetti. Hak ve doğruluk, bâtıla ve zulme dönüştü. Aydınlık karanlık oldu... Kapkaranlık bir çağın başlangıcı tüm dünyaya ilan edildi. O gün İslam Ümmeti asırlardır süren izzetini, kuvvetini ve itibarını tek bir günde yitirdi. O gün Hilâfet Devleti, kirli şerir eller tarafından yıkıldı. İşte o gün Mustafa Kemâl [Lâ'netullahi ‘Aleyhim] Allah'ın indirdikleri ile hükmeden ve Allah'ın yeryüzünde kâim bulunmasını emrettiği yönetimin ilğâ edildiğini ilan etti ve onu Allah'ın yeryüzünden yok edilmesini emrettiği beşeri kanunların egemenliğindeki bir küfür yönetimi getirdi. Sadece bununla kalmadı. Bilâkis küfür devletleri Müslümanların beldelerini parçalama ve birbirlerinden koparma cüretine kavuştular. Yek vücut olan bir varlığı dilim dilim doğradılar. Tek bir devleti 53'ten fazla zayıf kukla devletçiğe dönüştürdüler. Bununla da yetinmediler. Bu zayıf devletleri azınlıklar, milliyetçilik ve vatancılık ile de parçaladılar. Bununla da yetinmediler. Bunları da kabilelere, aşiretlere hatta ailelere böldüler. Bizi birbirimizden suni sınırlar ile ayırarak aramıza kalın duvarlar örerek Ümmeti ve vahdetini geri döndürmenin tüm araçlarını kullandılar.
Aramızda hiçbir bağlılık, yakınlık ve alâka bulunmayan, kalplerinde zerre miktarı insaf, merhamet ve îman bulunmayan hâinleri, zâlimleri ve zorbaları başımıza yönetici yaptılar ki ülkeler ve halklar üzerindeki küfrün ihtiraslı bekçileri olsunlar, üzerimizde îman, uyanıklık veya kalkınma emareleri görür görmez bizimle savaşıp yolumuzdan saptırsınlar, Akidemizin berraklaştığını anlar anlamaz önümüze geçip tüm engellerle elimizi-kolumuzu bağlasınlar, küfür devletlerini her taraftan başımıza üşüştürsünler, servetlerimizi hortumlatsınlar, topraklarımızı işgâl ettirsinler, muharremâtımızı çiğnetsinler, bedenlerimizi parçalatsınlar, bacılarımızın ırzını kirlettirsinler ve evlatlarımızı katlettirsinler!
حَسْبُنَا بِاللهِ وَ نِعْمَ النَاصِرُ وَ الوَكِيل  Allah bize yeter. O ne güzel yardım eden ve vekîl olandır.
Devletimizin yıkılmasından sonra işte bu hâle geldik kardeşler! İzzetimizin geri dönüşüne hiç özlem duymuyor muyuz? İnsanlığın liderliğini almayı hiç arzulamıyor muyuz? Sınırları dünyayı ve içindekileri kuşatan bir devlet için hiç çırpınmıyor muyuz? Aynen Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'in şu hadis-i şerîfinde olduğu gibi:
إن الله زوى لي الأرض فرأيت مشارقها ومغاربها، وإن ملك أمتي سيبلغ ما زوي لي منها Muhakkak ki Allah, yeryüzünü gözlerimin önüne dürdü. Böylece onun doğusunu ve batısını gördüm. Şüphesiz Ümmetimin mülkü, (Allah'ın gözlerimin önüne) dürdüğü (her yere) yayılacaktır.
İşte böylece Allah dilediği müddetçe bizi destekleyecektir. Öyleyse kesin olarak bilmemiz gerekir ki karanlıklarından sonra aydınlığa, zulümatından sonra kurtuluşa, perişanlığından sonra adâlete insanlığı taşıyanlar bizden başkası olmayacaktır.
Peki daha ne zamana kadar bu hâlimiz devam edecek? Daha ne zamana kadar lidersiz ve devletsiz kalacağız? Daha ne zamana kadar kötü gidişat sürecek? Artık uzun ve derin uykulardan uyanmamızın zamanı değil midir? Evet, Vallahi, şimdi tam zamanıdır!
Yüklenmekte olduğumuz Allah'ın dini sayesinde elbette üstün durumdayız ve Allah devletimizi ihsan ettiği anda dünyanın efendisi olmaya layığız... Öyleyse bizden daha hayırlı kim vardır? Bu dünyada Müslümandan daha üstün kim vardır? Hiç şüphesiz hiç kimse! Peki ya Ahirette? Cahiliyyeyi terk edip bu azîz dine iman etmiş, cehâletten, dalâletten, sefâletten ve zilletten dünyanın ve halkların liderliğine yükselmişten başka kim vardır? لا إكراه في الدين Dinde zorlama yoktur. [el-Bakara 256] diyen ve sonra insanların fevc fevc, akın akın, grup grup hiçbir baskı veya zorlama olmaksızın girdiklerini gördüğümüz bu dinden daha yüce ne vardır?
Bu din öyle bir dindir ki, fethettiği beldelerin insanları liderler ve devlet içerisinde yetkin kimseler, hatta Halîfeler oluyorlardı. Dinimize iman edenlere bizdenmiş gibi davranıyoruz. O kadar ki dinimize girmiş birinin devletin önemli bir kademesinde görev aldığını veya bir kadı veya vâli olduğunu görmekten büyük bir sevinç ve mutluluk duyuyoruz.
Bu din, ‘Alî [RadiyAllahu ‘Anh] gibi bir şahsiyeti ortaya çıkarıyordu. ‘Alî, başkasına ölümcül bir darbe vuran kâfirlerden biri ile savaşıyordu. Onunla mücâdele ederken ‘Alî onu yere düşürdü ve gırtlağını tuttu. Fakat kâfir ‘Alî'nin yüzüne tükürdü. Bunun üzerine onu bıraktı ve Müslümanlardan kendisinin yerine onu öldürmelerini istedi. Sahâbe ona şaşkınlıkla şöyle sordu: "Sen ne diye onu öldürmedin?" ‘Ali şöyle dedi: "Ben Allah yolunda savaşıyordum. O benim yüzüme tükürünce, Allah için değil de kendi nefsim için onu öldüreceğimden korktum." Bu dinin sahipleri ardarda ülkeler fethediyordu. Teker teker, yakından uzağa zengin-fakir, küçük-büyük demeden Allah'ın Dinini bir hidâyet ve nur olarak Cihâd yoluyla taşıyorlardı. Zîra onlar Allah[Subhânehu ve Te'alâ]'nın şu âyetini nefislerine yerleştirmişlerdi:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ قَاتِلُواْ الَّذِينَ يَلُونَكُم مِّنَ الْكُفَّارِ  Ey îman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın! [et-Tevbe 123]
Fakir bir ülkeyi fethettiğimizde tüm ihtiyaçlarını hemen karşılardık. Öyle ki fethettiğimiz her bir belde, diğer beldelerimiz gibi imar edilir, geliştirilir, düzeltilir ve yükseltilirdi. Amacımız sadece onları yönetmek veya üzerlerinde nüfuz sahibi olmak, topraklarını işgâl etmek veya servetlerini yağmalamak değildi. Bilakis biz onları Allah'ın dini ile tanıştırıyor, merhamet ve adâlet üzere İslam ile yönetiyorduk. Bundan hiçbir sıkıntı veya rahatsızlık da duymuyorduk. Aksine bu, bizim için bir gurur ve sevinç kaynağı idi. Hele onlardan birinin İslam'a girip de yönetici olması bizi çok mutlu ediyordu. Anlattıklarımız soyut fikirler değildir. Bakıldığında görülecektir ki tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. Müslümanlar haricinde, fethedenin fethedilene yönetimi verdiği târihte görülmüş değildir. Mesela toprakları fethedilip de yönetimi ve Abbasîlerden Hilâfeti alan en son örnek Türklerdir. H. 110 yılında Emevî Hilâfeti, Mesleme İbni AbdulMelîk'i Türk kabilelerine yönlendirdi. Müslümanlar, beraberinde orduları bulunan Türk hakanıyla yaklaşık bir ay savaştılar ve bu savaş Türklerin yenilgisiyle sonuçlandı. Bundan sonra Karahanlılar döneminde İslam'a girdiler. Öyle ki aralarından nice hayırlı emîrler çıktı. Bu emîrlerden biri de komutanların en hayırlısı Fâtih Sultan Mehmed idi. Yine onlardan, Arap olsun olmasın tüm Müslümanların sadâkat gösterdiği birçok Halîfeler çıktı.
İslam'ın azameti Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'in Medîne'ye hicret ile çıkışında üzerimizde cisimleşti. O ve arkadaşı kızgın kumlar üzerinde yanarak Tuhâme Çölü'nün içinden geçtiler. Medîne'deki Müslümanlar, büyük bir özlem ve heyecan ile Yüce Risâletin sahibini görmeyi ve duymayı bekliyorlardı. O insanların nefislerinde varolan arzu ve coşkuyu tahayyül edebilseydiniz, daha önce hiç görmedikleri Rasulullah'ın peşine nasıl bu kadar istekle düştüklerine, O'na karşı nasıl bu kadar candan olabildiklerine hayran kalırdınız. Zîra o Medîne halkı Allah'ın Dînine en güçlü bir şekilde azimle dâvet eden ve Allah'ın Rasulü'nü kendi öz canlarından bile daha çok seven Ashâbın çağrısını işitip sarsılmaz bir şekilde îman etmişlerdi.
Nihâyet Nebî [‘Aleyhi's Salâtu ve's Selâm] Medîne'ye ulaştı. Arkadaşı ile birlikte develerinin üzerinde girdiler. Medîne'nin efendilerinden bazı adamlar Nebî [‘Aleyhi's Salâtu ve's Selâm]'a kendileriyle kalmasını teklif ettiler. Rasul [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'in kendisini tercihten sakındırdı ve devesinin yularını serbest bıraktı. Deve Medîne'nin yollarında ilerlerken Müslümanlar da etrafını sevinçle kuşattılar ve yolu açtılar. Yesrib'in yani Medîne'nin yahudilerden ve müşriklerden olan geri kalan sakinleri ise kendi şehirlerinde cereyan eden bu yeni hayatı ve daha önce birbirleriyle savaşan düşman kabileler olan Evs ve Hazrec'in bu büyük buluşmasını şaşkınlıkla izlediler. Zîra gece ve gündüz var oldukça bâki kalacak olan târih mîzanında böylesine görkemli ve büyük bir hâdisenin kendi şehirlerinde olabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı.
Nihâyet deve yoluna devam etti ve iki yetimin arazisi üzerine çöktü. Rasul [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] İlk İslâmî Devletin merkezi olan mescidini oraya inşâ etti. Mescid büyük bir avludan başkasını içermiyordu. Dört duvarı tuğlalardan ve kumdan inşâ edildi. Çatısı hurma dallarıyla kapatıldı ve geri kalan kısmı açık bırakıldı. Fakat henüz dallar kurumamış iken Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] kralları ve ileri gelenleri İslam'a dâvet etmek üzere elçilerini gönderdi.
Bundan daha büyük ne olabilir?! Yeni filizlenmiş bir devlet, henüz hurma dalları kurumadan ve yeni devlet gelişimini henüz tamamlamadan dünyaya gözünü dikiyor, kendisini büyük devletler seviyesinden aşağıda görmüyordu. İşte İslam'ın devleti böyle doğuyordu. Onun doğuşu, azametine yaraşır muhteşem bir doğuş idi. MâşâAllah!.. İşte insanların en hayırlıları tarafından kurulan Birinci İslâmî Devlet böyle doğdu ve ufukta görünen İkinci Râşidî Hilâfet'in doğuşu da öyle görkemli olacaktır, İnşâAllah. Nitekim Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'in şu kavli bunu doğrulamaktadır:
الإسلامُ يَعلُو وَلا يُعلَى عَليه  İslam yücedir ve ondan daha yücesi olamaz!
İşte İkinci Râşidî Hilâfet'in bu zamanda beşiğinde yeniden kuruluşu böyle azametli olacak ve henüz hurmalarının dalları kurumadan büyük devletlerin arasına dalacaktır. Ey Allahım! O günü daha da yakınlaştır!..
Bu müstakbel devlet, bugünün meselelerini İslam ile nasıl ele alacaktır? Yada gelecekte Müslümanların sorunları ve dünyanın sorunlarını karşısında nasıl davranacaktır? Siz kendinizi bu dînin sahipleri olarak görmüyor musunuz? Önceki Müslüman nesillerin konumuna düşmüş olmuyor musunuz? Tarihler yazıp nice olaylar yaşatanların torunları sizler değil misiniz? Develeri güdenlerin en hayırlıları sizler değil misiniz? Dünya fethedenlerin evlatları sizler değil misiniz? Allah'ın, devleti ve ümmeti ile İslam sayesinde izzetlendirdiği kimseler sizler değil misiniz?
Bu dünyada kâfirlerin şerrine "dur" dedikten sonra küfrün önünü kesebilecek tek güç, İslam'dan güç alan siz ve devletiniz olacaktır. Evet, bugün kapitalist sistemin dünyayı kontrolü altında tuttuğu, dünyadaki işlerin yularını elinde bulundurduğu, kardeşler arasına nifak soktuğu, halklar arasına derin köklü düşmanlıklar saldığı, bilim ve teknolojiyi insanlar için bir mutluluk ve kolaylık kaynağı olmaktan çıkarıp katliam ve zulüm araçlarına dönüştürdüğü, kötülükten, yıkımdan ve kan akıtmaktan başka bir şey getirmediği ve İslam'ın hâkimiyeti altında dünyanın, bugünün dünyasından bambaşka olduğu doğrudur.
Ğayri-muslimlere saldırıp onlarla savaşmadan, güçlerimizi şehirlerini harap etmek ve kuvvetlerini parçalamak üzere onlara doğrultmadan önce İslam'ın onlara muamele ettiğine bakalım. İslam Davetinin âleme taşınması yönünden alınan tavırlardan başka bir şey yoktu. İslam'ın onlara ilk olarak nasıl davrandığına bakalım. Önce İslam'ı kabul etmeleri hâlinde bizimle aynı olacakları söylenir, kabul edip tâbi olmaları hâlinde muazzam orduların hışmından kurtulurlar, mü'minler de Allah'ın zaferiyle  ve insanların İslam'a girmeleriyle sevinirlerdi. Aksi takdirde cizye ödemeleri teklif edilirdi. Verdikleri takdirde güvenlik ve adâlet ile yönetilirlerdi. Cizyeyi de reddederlerse Allah'a tevekkül eder, zillete düşünceye kadar onlarla savaşırdık.
Müslümanların Halîfe, vâli veya muâvin gibi yöneticilerine bakalım. Onlar geceleri uyanık gündüzleri Ümmetin işleriyle meşgul idiler. Halkın huzur ve rahatı için her bir işin yerine getirilmesi için ellerinden geleni yaparlardı. Hareketlerden bir hareketi veya kararlardan bir kararı bırakmazlardı. Devletin tebâsının maslahatına olmayan hususlara önem vermezlerdi. Devletin dâirelerinde görevli memurları gözetirlerdi. Onlar kendilerine Ümmetin memurları ve hizmetçileri olarak bakarlardı. Yöneticinin herhangi bir ihmâli veya kusuru olursa, yöneticiden veya devlet memurlarından makamlarını istismar eden olursa, Ümmetin çetin muhâsebesi ile karşılaşacaklarını bilirlerdi. Şura (Ümmet) Meclisi de kötü bir şeyi dile getirmekten çekinmez, o kötülük düzeltilinceye veya mezâlim mahkemesi devreye girinceye kadar susmazdı.
Fakat bugünün devletlerindeki kapitalist halklara bakarsanız şaşkınlığa düşersiniz. Amerika'da, İngiltere'de, Fransa'da, Belçika'da ve Avustralya'da görmekte olduğunuz bu halklar ise devletleri de kendileri gibi kapitalist olduğu halde acı çekmektedirler. Kendi evlatlarının bile sömürünün pençesinde olduklarını bilirler. Bu halklar ızdıraplı bir hayat sürmelerine rağmen, hayatın bildikleri şekilde olduğunu, âkıbetlerinin normal olduğunu, içine düştükleri bataklıktan kendileri kurtaracak herhangi bir değişim bulunmadığını zannedip "böyle gelmiş, böyle gider" anlayışına sahip olmuşlardır. Onlar bile "denize düşen yılana sarılır" durumuna düşmüşlerdir. Kendisiyle savaştıkları veya nefret ettikleri İslam'ın ne olduğundan tamamen habersizdirler. İslam'ın adâletini ve merhametini tatmış değildirler. İslam'a giren insanların hayatlarında nasıl müthiş bir değişim ve nasıl mutmain bir hayat mutluluğu yaşandığının farkında değildirler.
Örnek olarak Hacc farîzasına ve aya ulaşmanın Beyt-ul Haram'a yani Kâ'be'ye ulaşmaktan nasıl daha kolay hale geldiğine bakalım. Yeryüzünde Allah'ın dinini hayata hâkim kılmak isteyenin âkıbeti veya yahudilerin sonunu getirmek isteyip kurşunlarını onlara doğrultanların âkıbeti ile kendimin ve dünyanın doğusunda ve batısında yaşayan kardeşlerimizin hayatına ve vâkıasına bakalım. Bizi yöneten devletlerin nasıl nefeslerimizi saydığına, çetelerinin kardeşlerimizi nasıl katlettiğine, nasıl işkence ettiğine, bacılarımızı gece-gündüz nasıl kirlettiklerine ve her iki dünyada en zengin servetlere sahip iken nasıl da varlık içinde yokluk ve fakirlik yaşadığımıza bakalım.
Bizim istediğimiz; Kerîm Rasulümüz [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'in tatbik ettiği nizâmı tatbik etmektir. Demokratik-laik sistemi değil! Nitekim Allah [Subhânehu ve Te'alâ]şöyle buyurmuştur:
أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ  Yoksa onlar cahiliyye yönetimini mi arıyorlar? Kesinlikle bilen bir topluma göre, yönetimi Allah'tan daha güzel kim vardır? [el-Mâide 50]
Bizim istediğimiz; bizi İslam ile yöneten bir yöneticidir. Kâfirin çıkarlarına göre değiştirip değiştirip başımıza diktiği uşak bekçiler değildir! Bizim istediğimiz; orduların toparlayıp birleştirerek Cihâdı yeniden başlatmaktır. Onların kışlalarında bağlanmaları değildir! Nitekim Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ حَرِّضِ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى الْقِتَالِ  Ey Nebî! Mü'minleri savaşa teşvik et! [el-Enfâl 65]
Bizim istediğimiz; İslâmî mefhumların, İslâmî kültürün ve İslâmî öğretimin ikâme edilmesidir. Bizim istediğimiz; İslam'ın istediği şekilde bir ekonomi ve toplum üzere yaşamaktır. Bizim istediğimiz, İslâmî hükümlerin ve cezâların yürürlükte olmasıdır. Bizim istediğimiz; kâfirin oluşturduğu tüm kurumların, sistemlerin, yasaların, cezaların, anlaşmaların ve şartların ortadan kaldırılmasıdır.
Bizim istediğimiz güç dengelerini değiştirmektir. Bizim istediğimiz, olayları yönlendirmek ve tarih değiştirmektir. Bizim istediğimiz izzeti sadece duymak değil doğrudan yaşamaktır. Bizim istediğimiz, sadece Hilâfeti hatırlamak ve hayırla yâd etmek değil, onun gölgesinde hayat sürmektir. Bizim istediğimiz, İslam'ı insanlığı doğru yola ileten ve tüm dünyayı aydınlatan bir Nur ve Hidâyet olarak taşımaktır.
Evet, işte biz bunu istiyor ve buna çağırıyoruz. Yalnızca dua etmekle yetinmenin bunu gerçekleştirmeyeceğini biliyoruz. Kerîm Rasulümüz [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'i dinleyiniz:
اللهم أنصر الإسلام بأحد العمرين  Allahım! İki ‘Umer'den biri ile İslam'a nusret et!
Evet, işte Nebî [‘Aleyhi's Salâtu ve's Selâm]'ın yalvarması böyleydi. İşte Nebî [‘Aleyhi's Salâtu ve's Selâm] Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'dan iki ‘Umer'den biri ile yani ‘Umer İbn-ul Hattâb veya Ebu Cehil'den biri ile İslam'ı muzaffer kılmasını istiyordu. Bir başka rivâyette şöyle diyordu:
- اللهم أنصر الإسلام بأحب الرجلين إليك: عمرَ بنِ الخطاب أو عَمرو بن هشام -يعني أبو جهلAllahım! Senin için sevilecek iki adamdan biri ile ‘Umer İbn-ul Hattâb veya ‘Umer İbn-u Hişâm -yani Ebu Cehl- ile İslam'a nusret et!
Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın Hikmeti, İslam'ın zaferinin ‘Umer İbn-ul Hattâb ile olmasını gerektirdi. Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'in duasına icâbet etti ve böylece ‘Umer İslam'a îman etti. O ki İkinci Râşid Halîfe idi. el-Fâruk [Doğru ile Yanlışı ayırteden] idi. Âdil idi. Merhamet ile sertliği birarada barındırıyordu. Nihâyet Şehîd olmuştu. Hepimiz ‘Umer İbn-ul Hattâb'ın kim olduğunu iyi biliyoruz. İşte O, Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'in kendisi hakkında şöyle dediği biriydi:
لَو كَان نَبِيَاً بَعدِي لَكَان عُمَر  Benden sonra bir Nebî olsaydı ‘Umer olurdu.
Allahu Ekber! Benden sonra bir Nebî olsaydı ‘Umer olurdu. ‘Umer ve Ebu Bekr, Uhud Dağı, o sarsıntı dağı üzerinde iken Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] dağa şöyle hitâp ediyordu:
إثبِت أُحُد، فَإِنَ عَلَيكَ نَبِي وَصِدِيق وَشَهِيد  Sâbitleş Uhud! Üzerinde bir Nebî, bir Sâdık ve bir Şehîd bulunuyor.
O ‘Umer hakkında şu ayetin indiği bir adamdı:
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ حَسْبُكَ اللّهُ وَمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ  Ey Nebî! Sana ve Sana tâbi olan mü'minlere Allah yeter. [el-Enfâl 64]
‘Umer'in Müslüman olduktan sonraki halleri hakkındaki kıssalar ve haberler meşhurdur. Peki câhiliyyedeki ‘Umer nasıldı? Bu adam kimdi ve Rasulullah neden onun desteğini talep ediyordu?
 ‘Umer, İslam'a girdiğinde 30-35 yaşlarındaydı. Güçlü yapıda, sert mizaçlı çabuk ğadablanan hararetli bir adamdı. Kureyş'in siyâsî işlerini yürütürdü. ‘Umer İslam'ı kabul eder etmez İslam Mekke'de açığa çıktı. Zîra ‘Umer'in İslam'a girmesi, dînî bir mesele olarak değil siyâsî bir mesele haline geldi. Onun Müslüman olması, Kureyş'in şâhit olduğu en büyük bir hezîmet ve kayıp oldu.
‘Abdullah İbn Mes'ud [RadiyAllahu ‘Anh] şöyle diyordu: "'Umer'in İslam'a girmesi bir fetih idi. Hicreti zafer idi. Emîrliği rahmet idi. ‘Umer Müslüman oluncaya kadar el-Beyt'te [yani el-Kâ'be'de] namaz kılamazdık. O Müslüman olunca onlarla mücâdele ettik ve [el-Kâ'be'de] namazımıza imkân sağladı."
Huzeyfe [RadiyAllahu ‘Anh] ise şöyle diyordu: "'Umer Müslüman olunca İslam, makbul (itibarlı) bir adam gibi oldu. Bu, [İslam'ın] yakınlığından başkasını artırmadı. ‘Umer katledilince İslam, vurulmuş bir adam gibi oldu. Bu da [İslam'ın] uzaklığından başkasını artırmadı." Fakat burada gözardı edemeyeceğimiz bir soru vardır: Semâdan haberler alan ve kendisine vahiy indirilen Rasul [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] nasıl olur da bu dîn için bir adamdan nusret isteyebilirdi? Dîninin hak dîn olduğundan ve kendisinin kesinlikle Allah'ın Rasulü olduğundan mutlak olarak emîn olduğu halde, bunu nasıl yapabilirdi? Bu dînin kesinlikle gâlip geleceğini bildiği halde nasıl olur da bu dîn için böyle bir adamın nusretini isteyebilirdi? Bakınız Sahâbesi kendisine nusret hakkında sorunca ‘Aleyhi's Salâtu ve's Selâm nasıl cevap veriyordu:
والله لَيَتِمَّنَّ هذا الأمر حتى يسير الراكب من صنعاء إلى حضرموت لا يخاف إلا الله والذئب على غنمه  Vallahi, bu iş tamamlanacaktır. Tâ ki bir yolcu, Allah'tan başka veya sürüsüne gelecek kurttan başka hiçbir şeyden korkmaksızın San'a'dan Hadramut'a kadar gidecektir.
Öyleyse nasıl ve neden bu adamdan bu nusreti istemiştir? Bunun cevabı şudur: Rasul [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] biliyor ve bize de öğretti ki, nusret gelinceye kadar hak olan müstehak yani güç sahibi olmamaktadır. Böylece muzaffer de olamamaktadır. Bunun içindir ki kendisini destekleyecek birilerine ihtiyaç duyuyordu. Tâ ki Allah'ın izniyle zafere giden bir vesîle olarak o nusret elde edilebilsin. Hakkın; kendisini destekleyecek, kuvvetlendirecek ve açığa çıkaracak ısrarlı bir çalışmadan mahrum olması düşünülemez. İnsanlardan İslam hakkında ve İslam'ın muzaffer olması hakkında birçok sözler işitiriz. Derler ki "İslam Allah'ın Dînidir ve O'nun izniyle muzaffer olacaktır. Derler ki küfür ve küfür ehli İslam aleyhine katiyyen muzaffer olamaz. Çünkü onlar, İslam'ın ezip geçtiği kimselerdir" gibi diğer birçok açıklamalarda bulunurlar. Bu açıklamalar gelecek açısından doğru olan sözlerdir. Fakat İslam'ın desteklenmesi meselesinde temkinli olmak zorundayız. Çünkü İslam'ın desteklenmesi, nusret edilmesi ve zafere ulaştırılması meselesi, ihmâl edilmesi halinde -Allah korusun- ayaklarımızı kaydırabilecek bir meseledir. Çünkü bu bizi, ciddi çalışmadan, ciddiyetten ve azimli tavırlardan gevşekliğe, beklentiye ve zaafiyete taşıyabilecek bir tehlike barındırmaktadır. Bu durumda eğer Allah dilerse, bizi kendilerini İslam'ın izzeti ve zaferi uğrunda fedâ eden azîz ve kerîm bir toplum ile değiştirir. Nitekim Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmaktadır:
وَإِن تَتَوَلَّوْا يَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ ثُمَّ لاَ يَكُونُوا أَمْثَالَكُمْ  Eğer yüz çevirirseniz, (Allah) sizi, sizden başka bir toplum ile değiştirir. Artık onlar sizin gibi de olmazlar. [Muhammed 38]
Ve şöyle buyurmaktadır:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ  Ey iman edenler! Sizden her kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı zilletli (mütevâzi) ve kâfirlere karşı izzetli (zorlu) bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda Cihâd ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah Vâsi' [lütfu bol] ve Alîm [ilmi geniş]olandır. [el-Mâide 54]
Dolayısıyla İslam yegâne hak dîn olsa bile, kendilerini uğrunda kurban eden, bu yolda en değerli ve en pahalı varlıklarını sarf eden mü'minler olmadıkça muzaffer olmayacaktır.
Muhakkak ki bu uğurda eziyetlere katlanmanıza, geçiminizin daralmasına, dünyevi işlerinizi ihmâl etmenize ve insanlar arasındaki maddî seviyenizin düşmesine rağmen sizin bu iş üzerindeki sebât etmeniz ve Ümmetin mevcut durumunu çok iyi bilen ve kalkınma yolunu hisseden küfre karşı çıkan safları çoğaltmanız, düşmanlarınızın öfkesini ama aynı anda Allah katındaki değerinizi artırmaktadır. Allah'ın buna karşın size lütfedeceği mükâfatın değeri ise muhteşem olacaktır, İnşâAllah... Sizin küffârı ve uşaklarını öfkelendirecek ve Allah'ı razı edecek şekilde atacağınız hiçbir adım veya geçeceğiniz bir sokak yoktur ki defterinize sâlih amel olarak yazılmasın. Ümmete nasihat etmek, uyarmak, müjdelemek ve uyandırmak üzere hitap eden, aynı zamanda kâfirleri, ajanlarını ve uşaklarını da çıldırtan Hizbin beyannamelerini dağıtmanız, insanların telaffuz etmekten korktukları sözleri söylemeniz, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmaksızın hakkı haykırmanız, dâvâyı taşımada Rasulünüzün izini adım adım tâkip etmeniz, bu uğurda birçok eziyetlere ve musibetlere karşı sabırlı, sebâtlı, gözü-pek ve başı-dik olmanız, şüphesiz karşılıksız kalmayacak seçkin davranışlardır ve böylece Rabbinizin rızâsını bekler, Rasulullah[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'in ve Ashâbının sofrasında oturmayı ve hesapsız olarak girmeyi arzuladığınız Cennetteki derecenizin artmasını umarsınız. Rasulullah[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'in sahâbesi -Allah hepsinden râzı olsun- bugün sizin geçmekte olduğunuz yolu geçtiler ve kendilerine vaad edilmiş olana kavuştular. Umulur ki sizin âkıbetiniz de onlarınki gibi olur, İnşâAllah...
Bakınız Ebu ‘Ubeyde kendi durumlarını nasıl anlatıyor: "Vallahi öyle zor hallerden geçtik ki perçemleri beyazlatırdı. Başımıza öyle musîbetler geldi ki sarsılmaz dağları parçalardı. Çarpışma meydanlarındaydık ve gelgitlere biniyorduk. Acılardan içiyor, şiddetli akıntılara kapılıyorduk. Burunlar üzerimize kibirle aksırıyordu. Göğüsler (bize karşı) öfkeyle tutuşuyordu. Dudaklar (bize karşı) tuzakla bileniyordu. Sabahları akşamı beklemiyorduk. Akşamları da sabahı beklemiyorduk. Hayattan ümitsiz kalmadıkça herhangi bir iş gerçekleşmiyordu. Yine de mallarımızı, analarımızı, halalarımızı ve amcalarımızı Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] için harcıyorduk." İşte yollarını seçtiğiniz ve izlerinden gittiğiniz sizden önceki kimselerin durumu böyleydi. Allah onlara güçlü bir îmanı ihsan etmişti. Onların arzusu cennet, amaçları Allah'ın rızası idi. Öyleyse bizim de onlar gibi eziyetlere karşı sabretmememiz ve onlar gibi zulümlere katlanmamamız sözkonusu olabilir mi? Bakınız Rabbimiz [Subhânehu ve Te'alâ] nasıl buyurmaktadır:
أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ  Yoksa siz, sizden öncekilerin hâli sizin de başınıza gelmeden Cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve belâ onlara öylesine çarpmış ve öylesine sarsılmışlardı ki Rasul ve beraberindekiler "Allah'ın nusreti ne zaman?" diyecek kadar olmuşlardı. Dikkat edin! Allah'ın nusreti şüphesiz yakındır. [el-Bakara 214]
Hele ki kendilerine dünya ve Âhirette mükâfatın müjdelerini veren Kur'an'ı okuyorlarken, halakalarını melekler kuşatıyorken ve Allah [‘Azze ve Celle] yeryüzünde istihlâfı [Halîfe kılmayı] ve temkini [İslam'ı yerleştirmeyi] onlara vaad etmiş iken, İslam'ın cengâverleri ve Hilâfet livâsının taşıyıcılarının karşılaştıkları şeylere tahammül göstermemeleri mümkün olur mu? Öyleyse kardeşler Allah'tan ve O'nu razı etmekten başka bir şeye önem ve değer vermeyin! Düşmanlarınız ve eziyetleri hususunda canınızı sıkmayın! Çünkü siz mallarınızı ve canlarınızı, karşılığında genişliği yerler ve gök kadar olan Cenneti satmış, bu uğurda en değer verdiğiniz varlıkları gözden çıkarmışsınızdır. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmaktadır:
قُلْ إِن كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَآؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُم مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُواْ حَتَّى يَأْتِيَ اللّهُ بِأَمْرِهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ  De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabalarınız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâretiniz ve hoşunuza giden evleriniz size Allah'tan, Rasulü'nden ve O'nun yolunda Cihâd etmekten daha sevimli geliyorsa, Allah emrini (vaadini veya azâbını) getirinceye kadar bekleyedurun! Muhakkak ki Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez. [Tevbe 24]
Şimdi Hizbin şebâbı için laik sistemlerin güdümündeki uşakların şiddetli düşmanlıklarına karşı sabretme, azimleri bileme, sebatları güçlendirme ve takvaları artırmanın tam zamanıdır. Zîra Allah [Subhânehu ve Te'alâ] onları koruyacağına ve destekleyeceğine kefil olmuştur. Kaldı ki Allah'ın askerleri hakka tâbi olanlara destek olmak üzere atlarının üzerinden inmiyor, buna karşılık Allah [‘Azze ve Celle] da melekleriyle onları destekliyordu. Böylece onlar düşman karşısında korkularını gideriyor, mutmain oluyorlardı. Kendilerine isâbet eden musîbetler karşısında üzüntülerini hafifletiyor, özlem duydukları şeyler karşısında mahzun olmuyorlardı. İşte şimdi cennetin yüksek makamlarına bakışları çevirmenin zamanıdır. Zîra Allah[Subhânehu ve Te'alâ] yeryüzünün mustaz'aflarına nice ihsanlarda bulunacak ve onları takva sahiplerini imamları ve Firdevs'in vârisleri kılacaktır.
Öyleyse bizler de Allah katında en azîz olanlardan olmak istemez miyiz? Allah[Subhânehu ve Te'alâ]'dan hayrı bizim ellerimizle gerçekleştirmesini istemez miyiz? Vallahi hepimiz bunu isteriz. Öyleyse sizi bu uğurda ciddi, sabırlı, sebatkâr ve dikkatli bir şekilde çalışmaları güçlendirmeye çağırıyoruz. Umulur ki Allah böylece sizin ellerinizle yeryüzünde îman edip sâlih amel işleyenleri güçlendirme vaadini gerçekleştirecek ve sizleri Allah'ın Kerîm Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'in müjdesine şâhit olanlardan kılacaktır:
... ثم تكون خلافة على منهاج النبوة  ...Sonra da Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır.
Öyleyse haydi dâvânızı taşımaya devam edin! Allah sizi bereketlendirsin ve sizinle bereketlendirsin. Ümmetinize doğruluk ve hidâyet ile liderlik edin, yardımı ve doğruluğu Allah'tan isteyin. Muhakkak ki Allah, sizi korumaya, desteklemeye ve güçlendirmeye muktedirdir. O sizinle beraberdir ve O amellerinizi asla eksiltmeyecektir.
Allahım! İslam'ı kendi katındaki en sevimli olan adamlar ile destekle. Rabbimiz! Bizi kendi katındaki en sevimli olan adamlardan kıl!
Allahım! Bu dîne en kuvvetli, en takvâlı ve en hâlis adamlar eliyle nusret ver!
Allahım! Müslüman kalabalıkları Dînini desteklemek üzere çalışmaya katılır hale getir!
Allahım! Müslümanların kalplerini, hanımlarının ve evlatlarının gönüllerini Hilâfetin yeniden kurulması ve Dîninin yeryüzünde yeniden ikâme edilmesi üzere çalışmaya yönelt!
Allahım! Yeryüzünde yalnızca Sana kulluk etmek isteyenlere karşı biz Sana sığınıyoruz.
Allahım! Bu dîne yayılan ve tüm dünyayı kuşatan bir azîmet ve zafer ver!
Allahım! Ey Mülkün sahibi! Ey Rabbimiz! Ey Nuru yerleri ve gökleri saran Allahım! Muhakkak ki Sen, dilediğini yapmaya Kâdirsin. Daha önce hiç görmediğimiz halde uğrunda yanıp tutuştuğumuz Hilâfeti bizim gözlerimize göster.
Allahım! Kur'an'ın koruması ile kefîl olduğunu vaadini; takvâlı, samimi ve bu uğurda tüm imkânlarını seferber eden Müslümanlar için kolaylaştır. Tâ ki İslam yeniden yeryüzünün en kuvvetlisi olsun ve Senin şu kavlin onların elleriyle hayat bulsun:
بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ  Bilakis biz hakkı bâtılın tepesine çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın ki bâtıl yok olup gitmiştir. [el-Enbiyâ 18]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder